21 Aralık 2016 Çarşamba

FARKLILIK



Geçmiş zamanlarda birbirleriyle yarış halinde olan iki köy varmış. Köylerinin daha farklı olduğunu ileri sürerlermiş. İki köy halkı birbiriyle yarışa girmişler. Köylerden biri o zamana kadar köylerinde olmayan bir şey yapmak istemişler. Farklarını ortaya koymak için köylerine büyük bir havuz yaptırmışlar. Bu da yetmez gibi daha da ihtişamlı olsun diye gece herkesin bir kova süt getirerek havuzu sütle doldurmaları istenmiş. Bu öneri bütün köylü tarafından onay görmüştür. Köy böylelikle daha varlıklı gösterilmiş olacak. Köylüler gece olunca kovalarını alıp havuzun başına gelmişler. Kovalarını havuza dökmüşler. Sabah vakti havuz başında biriken köylüler görür ki havuz berrak ve saf su ile dolu. Herkes birbirine bakarak şaşırır ve şu soruyu sormaya başlarlar: ”Nasıl olur?”. Olayın araştırılmasına başlanır. Araştırma neticesinde herkes aynı şeyi düşünmüş ve “Nasıl olsa bu kadar süt içinde benim bir koca su döktüğüm belli olmaz” demişler. Sonuç olarak havuz başına süt getirenler aslında süt değil su getirmişler. Bütün köy halkı bir şey olmaz, fark edilmez ve anlaşılmaz diye düşünmüş.

Herkes üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmez ve başkalarına güvenerek olması gerekeni yapmazsa bu olayda görüldüğü gibi başarısızlığa düşülür. Farklı olabilmek adına ilk önce dürüst olmak lazımdır. En büyük farklılık da bu zaten.  

19 Aralık 2016 Pazartesi

KEMİK



Güneşli bir yaz günüydü. Doğa renklerini tüm çıplaklığıyla dünyaya yansıtıyordu. Gökyüzü açıktı. Şeffaf bulut parçacıkları, dağınık hareketiyle yeryüzüne gölgelerini yansıtıyordu. İnsanın içi huzur ve mutluluk esintisiyle kaplanıyordu. Camdan dışarı bakan Mevlana havanın bu eşsiz güzelliğini görünce kendini dışarı atmak istedi. Kendini evden dışarı attı. Yolda yavaş yavaş yürüyerek doğanın tüm renklerini içine solumaya başladı. O an yoldan bir grup köpek sürüsü geçti.  Hayvanlar öyle mutlu, öyle sevimli olarak şakalaşıyorlardı ki. Mevlana o ana odaklanıp onları izledi. O sırada Mevlana’nın o durumunu gören talebesi yanına yaklaşıp. Ne güzeller birbirlerine saygılı ve hoşgörülü olarak oynuyorlar, der. Mevlana bu sözü duyunca talebesini kasaptan bir kemik almasını ister. Talebesi kemiği alıp kasaptan gelir. Talebesine kemiği köpeklerin arasına atmasını ister. Kemiğin yere düşmesiyle hayvanlar bir anda o saygılı duruşlarını bozarak kıran kırana bir kemik kapma savaşına girdiler. Saniyeler içinde hayvanların o duruşları değişti. Mevlana döner ve talebesine der ki: ”Az önce gördüğün mutluluk anı köpeklerin mutluluğudur. Köpeklerin o mutluluğu aralarına bir kemik düşünceye kadardır…” 

..................................................................................................................................................

İnsanoğlu da öyle değil midir? Menfaati için anında satar dostunu. Dünya sahnesinde her anı ikiyüzlülüktür oyunu.

HALEP’TE DÜNYA ÖLÜYOR



Sanmayın ki, Halep’te bir tek Halep halkı ölüyor. Orada Almanya, Amerika Birleşik Devletleri, Fransa, İngiltere, İran, Suriye vs. gibi daha nice devletler ölüyor. Ölürken öldüklerini de görmüyorlar. Bu derece görme yeteneklerini kaybetmiş. Kendileri planlayıp kendileri oynuyorlar. İnsanlıklarını kaybettikleri doğrudur. Görme yeteneklerini de kaybettikleri gibi. Oyunları bir gün kendi başlarına gelecek, bundan eminim.

Uçaklarla günlerce bombalanan bir şehirdir, Halep. Hastahaneler yok! İlaçlar yok! Ama buna rağmen etrafta onlarca, yüzlerce, binlerce… ceset var! En acısı da nedir biliyor musunuz? Cesetleri kömürleşmiş çocukları görmek. Yabancıların yaptıkları en güzel iş değil mi? İnsafsızca mazlumları yok etmek. Kan emici vampirler gibi savaşın her anını takip edip mazlumları düşünmeden faydalanabilecekleri anı kollamaları. Sonrada hiç bir şey olmamış gibi sözde kınama yaparak vicdanlarını rahatlatıyorlar. Öyle rahat olmasınlar, cehennem kapılarını açmış iblis öyle mutlu ki ateşe odunları atıyor. Cehennem ateşi bekliyor biran önce kucaklaşmak için mazlumların düşmanlarıyla.

Mazlumların şehri Halep, 2006 yılında “İslam Kültür Başkenti” unvanı kazanan o şanlı memleket. Şimdiyse İslam’ın düşen kalelerinden biri. İslam âlemi neredesin neden sesin çıkmıyor. Müslümanlar zülüm altındayken başını yastığa nasıl rahat koyabiliyorsun akşamları. Hadi bir şey yapamıyorsan söyle anlarız neden sessizsin diye. Elinden de bir şey gelemiyorsa Halep için mazlumlar için onların sesini duyur, en azından bunu yapabilirsin.  Üstat Necip Fazıl KISAKÜREK dediği gibi "kim var! " diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan, fert fert "ben varım! " cevabını verici, her ferdi "benim olmadığım yerde kimse yoktur! " duygusuna sahip bir dava ahlâkını benimseyen bir gençlik ve Müslümanlık örneği göstermesini diliyorum.

Belki bir gün uzaktan bir ses İslam âleminin içinden “BEN BURDAYIM”  diyebilir. Zulme karşı ben buradayım, ben Halep’in yanındayım, ben mazlumların yanındayım diyebilir…

Umut sokağında Halep için bekliyoruz. Ölen insanlık için bir umut olabilmek adına sende SES VER TÜRKİYE’M… 

16 Aralık 2016 Cuma

HAYALET KENT: HALEP



Suriye’nin bir şehridir, Halep. Öyle bir şehirdir ki başkent olmayı hak etmiş ve dünyaya ismini duyurmuştur. Bakmayın siz Halep’in şuan ki haline, öyle güzel bir yerdi ki öncesi. Her insanı bağrına basıp kucaklayan ulu bir şehirdi. 

Osmanlı zamanında en önemli kentler arasında yerini alırdı. Neden mi? Sebebini anlatayım. Halep, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Bursa ve İstanbul ardından en önemli dokumacılık merkeziydi ayrıca İstanbul’dan sonra da en büyük 2. Ticaret ve Altın Çarşılarının merkeziydi. Sadece bu nedenlerde değildir, önemli bir şehir olmasına sebep. Halep denince, Âşık Ömer’in söylemiyle “İşte geldim gidiyorum şen olasın Halep şehri” beyti kulaklarımızda yankı bulur. Âşık Emrah’ın sevdiğini Halep’te araması, Kerem’in Aslı’nın ateşine Halep’te yanıp kül olması ayrıca “Halep oradaysa arşın burada” deyimi ile de Türk Edebiyatımızda yerini alarak bizim için önemini ortaya koymuştur. O kadar içimize işlemiş ki biz kopamayız Halep’ten, kopamayız kardeşlerimizden.

Nüfusu 4,5 milyona yaklaşmıştı. Nüfusun çoğunluğunu Arap ve Türkmenlerden oluşturmaktaydı. Azınlık sayıda da olsa Ermeni, Süryani, Yahudi, Kürt ve Çerkez vatandaşları da bünyesinde barındırıyordu. Fark edildiği gibi yazarken hep geçmiş zaman olarak anlatıyorum. Fark edilmeyecek gibi değil ki. “HALEP” şimdilerde eskisi gibi değil, güzelliklerini kaybetti. Tek tek sahip olduklarını toprağa gömdü. Gömmek zorunda kaldı. Karanlığa bulandı. Sebebi yine bizleriz. Müslümanların birlik olmaması. Dünyayı güzelleştirdiğimiz gibi karanlığa da bulayan bizleriz. Huzurlu, mutlu ve güzel günler gerçekten herkesin hakkı. En çokta o masum gül kokulu çocuklarımızın. Neden, neden diye soruyorum kendime rahatlığı bırakıp da birbirimizin hayatını zorlaştırıyoruz anlam veremiyorum. Geleceğimize kara lekeler ve izler bırakıyoruz. Gelecek ve geçmiş bizleri unutmayacak.  Yetişen yeni nesillere kin ve nefret yüklüyoruz. Fark edilmiyor mu? Bilinçaltına işlenen katil ruh duygusu. Ne bekleyebiliriz ki artık gelecekten. Tabi ki savaşmaya hazır yeni kitleler, nesiller ve gelecekler… Ne ekiyorsak ileride onu biçeceğiz. Rabbim bizleri affetsin.

O güzelim tarihi şehir yıkılmış, tahrip edilmiş, insanları katledilmiş, elbiseleri kana bulanmış çocuklarla dolu, sadece minberi kalmış yıkılan camiler, bükülmüş ve yarısı havaya uçmuş yüksek binalar daha neler neler… Artık o hayali güzel şehir oldu hayalet şehir.

Kısaca ölen ve yıkılan bizim insanlığımız... Ne olurdu, hayırda yarışan kitleler olsaydık. Birbirimize yardımcı olmaya çalışsaydık. Kaybeden biz mi olurduk? Yoksa kazanan mı? 

5 Aralık 2016 Pazartesi

NANKÖRLÜK



Medeniyetler boyunca İnsanoğlunun yapısında var olmuş ve var olacak lanetli bir kelime. Kelime anlamı olarak kendisine yapılan iyiliğin değerini bilmeyen, iyilikbilmez demektir.

İnsan, kendisine bir bardak su, bir dilim ekmek veya bir buket çiçek ik­ram eden kişiye bile en azından bir teşekkür borcu hisseder, bu insani ve vicdani bir borç kabul edilmektedir. İnsanoğlu bunca iyiliğe karşı saygılı olamadıktan sonra nankörlüğün esiri olmuş bir insandır. Nankörlük, sadece insana mahsus değil topluluğa da ait olabilir. En güzel örneği de Seba halkının nankörlüğü değil mi? Bu hadise geçmişte tarihe şu şekilde geçmiştir;

Seba bir halk veya topluluk değil çok büyük ve göz kamaştırıcı bir şehirdir. Farklı şehirlerin halkları oraya toplanmıştı. Allah o şehrin halkına öyle bağlar, bostanlar ihsan etmişti ki pek çok nimetlerden faydalanamıyorlardı. Yollar hep ağaçlardan dökülen meyveler yüzünden kapanmıştı. İnsanlar adım atacak yer bulamıyorlardı. Topluluklar ağaçları silkelemezdi meyve toplamak için rüzgâr zaten kendiliğinden düşürürdü. Meyveler gelen geçenlerin başından aşağı yağardı. Bu sebepten dolayı da hırsızlık olayları gerçekleşmezdi.

Seba halkına, tam olarak on üç peygamber gelmiştir. Doğru yolu göstermek istediler. Bunun için halka şunları demişlerdi:

Peygamberler: Allah’ın nimetlerine şükredin. Bir şükre bedel bu kadar nimet kim verir? Allah insana baş verir, şükür için bir secde ister. Ayak verir, şükür için bir oturma ister.

Seba Halkı: Biz şükürden de usandık, nimetten de. Bahçeleri ve nimetleri de istemiyoruz.

Peygamberler: Bu, sizin gönlünüzdeki hastalıktan kaynaklanıyor. Nitekim hasta insanlar yedikleri nimetlerden tat almazlar. Biz iş ve söz hekimleriyiz. Kimseden ücret istemeyiz, ücretimiz noksanlıklardan münezzeh olan Allah'tandır.

Seba Halkı: Peki, buna bir deliliniz var mıdır?

Peygamberler: Güneş doğduktan sonra gündüz olduğundan hala şüphedeyseniz, gündüz olduğuna delil arıyorsanız, bu körlüğünüze delildir.

Seba Halkı: Hayır, bütün bunlar riya ve hileden ibarettir. Nasıl olur da Allah falanı filanı kendisine elçi yapar? Allah' ın elçisinin melek olması gerek.

Peygamberler: Ey akılsızlar! Size canla başla verdiğimiz nasihatler, si­zin ancak azgınlığınızı artırdı. Yazıklar olsun sizlere!       
                              
Seba Halkı: İyi söylüyorsunuz ama Allah bizim gönlümüzü kilitledi, biz ne yapalım. Kimse kaderimizi değiştiremez. Taşa yüzyıl boyunca lal ol desen de yine taş olarak kalır.

Peygamberler: Evet, Allah (c.c.) kurtulmaya imkân bulunmayan sıfatlar yarat­mıştır, ama terk edilmesi mümkün olan arız sıfatlar da vardır. Taşa altın ol demek beyhudedir, ama toprağa balçık ol dersen bu yerinde­dir, toprak balçık olabilir. Körlük gibi çaresiz hastalıklar var ama baş ağrısı gibi çaresi bulunan hastalıklar da mevcuttur.

Seba Halkı: Bu bizim derdimiz deva kabul etmez. Yıllarca bize öğüt verdi­niz, ama her an derdimiz arttı durdu.

Peygamberler: Ümitsizliğe düşmeyin, Allah' ın ihsan ve rahmetinin sonu yok­tur. Ümitsizlikten sonra nice ümitler var, karanlığın ardında nice güneşler vardır.

Seba Halkı: Siz bize uğursuz geldiniz. Hiçbir derdimiz yokken bizi endişe­lere, meşakkatlere saldınız. Birlik bütünlük içinde bir topluluktuk, sizin yüzünüzden aramıza yüzlerce ayrılık girdi, işiniz gücünüz kö­tüye yormak, kötü haber, azap tehdidi. Bütün çabanız âlemi derde düşürmek.

Peygamberler: Kötüye yoruş sizin ruhunuzda. Bir doktor size, "Koruk yemeyin, şöyle bir hastalık verir" dese, "Neden kötüye yoruyorsun?" mu dersiniz? Ardından bir yılan gitse, birisi de görüp haber verse, "Sus, beni dertlendirme, bana keder verme!" mi dersi­niz?

Bu hadiseden de anlaşılacağı gibi insanoğlu nankör olmayı görsün. Ne söylenirse söylensin inkâr etme özelliği her zaman iş başındadır. Bilir her şeyi ama gören gözleri görmez, duyan kulakları işitmez ve konuşan dilleri konuşmaz olur...

9 Kasım 2016 Çarşamba

BALIKÇININ DUASI



Rivayetlere göre eski zamanlarda bir balıkçı varmış. Bu balıkçı ailesinin geçimini balık tutarak kazanıyormuş. Tek ekmek kapısı balık tutmakmış. Her gün balık tutup pazara götürüp satarmış. Elde ettiği geliri de evin ihtiyacını karşılamak üzere harcarmış. Bir gün denize açıldığında ağına kocaman bir balık takılmış. Adam bu olaya çok sevinmiş. Kendi kendine içinden şöyle geçirir: “Bu balığı pazara götürüp, satarak elde edeceğim parayla aileme güzel elbiseler ve eşyalar alırım.” Kayığını kıyıya yaklaştırıp hemen yola koyulmuş. Yolda zorba bir adam sırtını ağaca yaslamış yoldan geçenleri gözlüyormuş. Balıkçıyı görünce gözlerini ona dikmiş. Elinde şimdiye kadar gördüğü en büyük balığı görmüş. Hemen balıkçının önünü kesmiş ve sopayla döverek elinden tuttuğu balığı almış. Balıkçı yere kapaklanmıştı. Kaşından kan süzülüyordu. Süzülen kan gözyaşlarının arasına karışırken kafasını zorda olsa yukarıya kaldırarak zorba adamın gidişini izlemiş. O an zorbaya beddua ederek der ki: ”Ey rabbim, sen beni fakir ve zayıf, bu adamı da zorba ve güçlü yarattın. Benim hakkımı bu dünyada iken ondan misliyle çıkar. Ahiret gününe kalmasına izin verme.”

Zorba adam balığı sonunda evine ulaştırmıştı. Eşine teslim edip güzelce kızartmasını tembihlemişti. Eşi balığı gerçekten de güzelce kızartmış ve sofraya koymuş. Adam elini balığa uzattığı sırada balık ağzını açarak adamın parmaklarını ısırmış. Öyle bir ısırmış ki adam dayanılmaz bir acı ile çığlık atıp kıvranmaya başlamış. Ağrıya dayanamayan adam doktora gitmek zorunda kalmış. Doktor kendisine demiş ki: ”Bu ağrının tüm avucuna, eline ve koluna yayılmaması için parmaklarını kesmemiz gerekiyor.” Parmaklarının kesilmesine rağmen adamın ağrıları dinmemiş ve aksine bu kez de şiddetli ağrılar tüm avucuna yayılmış. Bu seferde elini kol bileğinden kesmeleri gerekmiş yoksa kola bulaşacakmış. Yine kesmişler elini kol bileğinden ama yine ağrı devam ediyormuş. Bu sefer doktor kendisine demiş ki: “Kolunu omuzuna kadar olan kısımdan kesmemiz lazım yoksa vücuduna dağılacak.” Bunu duyan zorba hemen yerinden fırlayarak kendini çöllere atmış. Çölde kum tepelerinden kum tepelerine gidip geliyormuş. Ağrısı her geçen gün artıyor ve katlanılmayacak hal alıyormuş. Gölgelik bir yer bulup sırtını dayamış dinlenmek için dinlenirken uyuya da kalmış. Uykusunda, gaybten bir ses duyar: ”Ey zavallı, sen elini ne zamana kadar kesmeye devam edeceksin. Git canını yaktığın garibanı bul ve onun gönlünü hoş et.” Uyandıktan sonra aklına balıkçı gelir. “Ben bu balığı zorbalıkla alıp balıkçıyı da dövüp yere kapaklanmasına neden olmuştum. Benim bu derde düşmeme neden budur.” der. Ayağa kalkarak koşmaya başlamış. Balıkçıyı bulur ve elini ayağını öpmeye başlar. Kendisini affetmesini dilemiş. Balığa karşın para ödemek istemiş. Yaptıklarından dolayı pişman olduğunu kendisini bağışlaması için yalvarmış. Sonunda hasmının gönlünü almış. O gün ağrıları azalmış. O gece ilk defa evinde rahatça uyur ve bundan sonra böyle bir haksızca girişimde bulunmayacağına dair rabbine söz vermiş. Ertesi gün Yüce Allah’ tan kendisine bir rahmet ve acıma sonucu eli ve kolu iade edilmiş olarak uyanmış. Ve eski sağlına kavuşmuş.


Rabbim hiçbir mazlumun ahını kimseye aldırmasın. Onun için derler ya atalarımız: ”Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste.” 

5 Kasım 2016 Cumartesi

Turgut ÖZAL


13 Ekim 1927 – 17 Nisan 1993

13 Ekim 1927 – Turgut ÖZAL, Malatya’da dünyaya gelmiştir. Babası Malatya-Çırmıktılı Ünlüoğulları’ndan banka memuru Mehmet Sıddık Özal, annesi ise Tunceli-Çemişgezekli ilkokul öğretmeni Hafize hanımdır. Korkut ÖZAL ve Yusuf Bozkurt ÖZAL adlarında iki kardeşi vardır.

Bir dönem sonra Silifke’ye taşındıktan sonra pilot olmayı ister Turgut ÖZAL eşeğin üzerinden düşerek kolundan sakatlanınca bir kolu biraz daha kısa kalmış ve pilotluk hevesi de böylelikle sona ermiştir.

Babası memur olduğu için öğrenimini farklı okullarda tamamladı. 4 yaşındayken ailesi Bilecik’in Söğüt ilçesine taşındı ve ilköğrenim hayatına burada başladı. Ortaokulu Mardin’de bitirdi. Mardin’de lise olmaması nedeniyle, Konya Lisesi’nde eğitimine devam etti. Bu dönem içerisinde Korkut ÖZAL da ona eşlik etmiştir. Kayseri Lisesi’nde lise eğitimini bitirdi.

1950 – Yükseköğrenimini İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Elektrik Mühendisliğini burslu olarak bitirdi. Mezun olduktan sonra Ankara’daki Elektrik İşleri Etüt İdaresi’nde çalışmaya başladı.

1952 – Ayhan İNAL ile evlenmiş ve ancak aynı yıl ikili boşanmıştır.

Amerika’da Texas Tech Üniversitesi’ne ihtisas yapmaya giderek burada ekonomi branşında tahsili gördü.

1954 – Amerika’daki eğitiminin ardından Ankara döndüğünde Elektrik İşleri Etüt İdaresi Gnel Müdür Yardımcısı oldu ve Türkiye’nin elektrifikasyonu ile ilgili projelerde çalıştı. Çalışırken daire çalışanlarından Semra ÖZAL ile tanışmıştır. Semra Yeyinmen Hanım’ı görür görmez çok beğenmiştir.

Turgut ÖZAL Bey, bu konuyu yıllar sonra şöyle anlatmıştı: “Semra ağırbaşlı ve seviyeli bir kızdı. Bana da hiç yüz vermiyordu. Dikkatini çekmek için çok uğraştım. Akşamları herkes çıktıktan sonra makinesini bozar, ertesi gün de tamir etmek için hemen devreye girerdim.”

Semra Hanım ise aslında tüm olup bitenin farkındaydı: “Ben de Turgut’u beğenmiştim ve niyetini anlamıştım. Ancak anlamamazlıktan geliyordum. Çevremde pervane gibi dolanıp duruyor ancak bir türlü açılamıyordu. Ben de bu durumdan büyük keyif alıyordum. Sürekli makinemin şeridini çıkaran kişinin o olduğunu da biliyordum.”

Turgut ve Semra, daireden bir arkadaşlarının nişanında ilk kez dansa kalktı. Özal da evlilik teklifini bu dans sırasında yaptı. Semra hanım teklife hemen yanıt vermedi. Turgut bey ise “Sükut ikrardan gelir.” diyerek, ertesi gün bir kutu çikolata ile daireye gitti ve soranlara “Semra ile sözlendik.” dedi.

Semra Yeyinmen bu emrivakiye kızdı ama sesini de çıkarmadı. Turgut ÖZAL iki gün sonra daireden yaşlı bir hanımı, Semra’nın Devlet Sanatçısı ünvanlı dayısı Mükerrem Berk’e kız istemeye gönderdi. Onun da onayıyla çift yaklaşık 40 yıl sürecek mutlu bir evliliğe 31 Mayıs tarihinde imza atmışlardır. 3 çocuk sahibi olmuşlardır.

1955 – Bu evliliğinden ilk çocuğu olan Ahmet ÖZAL gözlerini dünyaya açmıştır.

1956 – İkinci çocukları olan Zeynep ÖZAL dünyaya gelmiştir.

1958 – Planlama Komisyonu’nda sekreterya görevini icra etmiştir.

1959 – Ankara Ordonat Okulu’nda yedek subay olarak askerliğini yaptı.

1961 – Askerlik hizmetinden sonra Milli Savunma Bakanlığı Bilimsel Danışma Kurulu üyesi olarak ifa etti ve Devlet Planlama Teşkilatı‘nın kurulmasına katkıda bulundu. Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde ders de verdi.

1965 – Süleyman DEMİREL’in danışmanı olarak görev yaptı.

1967 – Üçüncü çocukları olan Efe ÖZAL dünyaya gelmiştir.

Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı görevini yürüttü. Ekonomik Koordinasyon Kurulu, Para ve Kredi Kurulu, RCD Koordinasyon Kurulu ve AET Koordinasyon Kurulu başkanlıklarında bulundu.

1971 – Dünya Bankası’nda danışman olarak görev yaptı.

1973 – Türkiye’ye geri döndükten sonra başta Sabancı Holding olmak üzere birçok sektördeki, birçok şirket için yönetici olarak çalıştı. Sabancı Holding’deki görevinin Genel Koordinatörlük olduğu belirtilmektedir.

1977 – Genel seçimleri’nde Milli Selamet Partisi’nden İzmir milletvekili aday oldu fakat seçilemedi.

1979 – 43. Hükümet döneminde Başbakanlık Müsteşarlığı’na getirildi. 24 Ocak Kararları’nın hazırlanmasında önemli rol oynadı. Aynı dönemde Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı görevini de vekaleten yürüttü.

1980 – 12 Eylül darbesinden sonra kurulan Bülent Ulusu Hükümeti’nde ekonomik işlerden sorumlu Başbakan Yardımcısı olarak atandı.

1982 – Görevinden istifa etti. Yaklaşık 22 ay görevde kalmıştı.

(Türkiye Cumhuriyeti tarihinin hem Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı hem de Başbakanlık Müsteşarlığı yapmış tek başbakanı ve cumhurbaşkanıdır.)

1983 – 20 Mayıs tarihinde Anavatan Partisi’ni kurdu ve aynı yıl Türkiye genel seçimlerinde 400 kişiden oluşan parlamentoda 211 milletvekili çıkararak tek başına iktidar ve 45. Hükümet’in Başkanı oldu. Böylece Türkiye’nin 19. Başbakanı oldu.

1984 – Yerel seçimlerde de başarılı oldu.

1985 – 13 Nisan tarihinde yapılan ilk kongrede tekrar genel başkanlığa seçildi.

1987 – Genel seçimlerde 292 milletvekili çıkartarak tekrar çoğunluğu sağladı ve 46. Hükümet’in başbakan olarak görev yaptı.

1988 – 18 Haziran tarihi Cumartesi günü Ankara Atatürk Spor Salonu'nda Anavatan Partisi'nin 2. Olağan Kongresi'nin düzenlendiği sırada Kartal Demirağ isimli saldırgan tarafından düzenlenen suikasttan yaralı olarak kurtuldu. Foto muhabirleri ve televizyon kameraları için hazırlanmış olan platformun önünden ve Özal'a 12 metre öteden saat 12.15'te iki el ateş eden Demirağ, Turgut Özal'ı sağ elinden yaraladı. Saldırı sonrası etrafa rastgele ateş açan korumalar ise 18 kişinin yaralanmasına sebep oldu. Yaralananlar arasında Bakan İmren Aykut da vardı. 

1989Cumhurbaşkanlığı seçimine aday oldu. Sosyal Demokrat Halkçı Parti ve Doğru Yol Partisi meclise girmeyerek seçimi boykot etti. İlk turda Turgut Özal 247, ANAP Burdur Milletvekili Fethi Çelikbaş 18 oy aldı. 17 oy boş çıkarken 3 oy geçersiz sayıldı. İkinci turunda 284 milletvekilinin katıldığı oylamada adaylardan Başbakan Turgut Özal 256 oy alırken, Çelikbaş 17 oy aldı. 2 oy geçersiz sayılırken 9 oy boş çıktı. 31 Ekim 1989 tarihinde gene muhalefetin katılmadığı 3. tur oylamasında Turgut Özal 263 oy alarak Türkiye Cumhuriyeti'nin 8'inci Cumhurbaşkanı oldu. 9 Kasım 1989 tarihinde resmi olarak görevine başladı. Bu seçimden akılda kalan ise alışamadık diyenlere, alışırsınız, alışırsınız demesiydi.

1993 – Turgut Özal, 17 Nisan tarihinde 5 ülkeyi kapsayan 12 günlük Türkistan gezisinden sonra vefat etti.

Cenazesine Türkiye'nin dört bir yanından yüzbinlerce kişi akın etti. Tören televizyonlardan canlı yayınlandı, ülkede 3 günlük yas ilan edildi. Dönemin Amerika Birleşik Devletleri Başkanı, Turgut Özal ile de yakın dost olan George H. W. Bush beklentilerin aksine cenaze törenine katılmadı. "Öldükten sonra beni İstanbul’a defnedin, kıyamete kadar Fatih Sultan Mehmed'in manevi ruhaniyeti altında bulunmak istiyorum" şeklindeki vasiyetine uyularak kendisi tarafından yaptırılan eski başbakan Adnan Menderes'in anıtmezarının bulunduğu Topkapı'da, Vatan Caddesi üzerinde kendisi adına hazırlanan anıt mezara defnedildi.

31 Ekim 2016 Pazartesi

Muhsin YAZICIOĞLU


31 Aralık 1954 – 25 Mart 2009

31 Aralık 1954 – Muhsin Yazıcıoğlu, Sivas’ın Şarkışla ilçesinin Elmalı Köyü’nde bir çiftçi ailesinin oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Halit ve Fidan Yazıcıoğlu çiftinin son çocuğudur.  İlk ve orta öğrenimini Şarkışla’da devam ettirmişti.

1968 – Siyasete doğum yeri olan Şarkışla’da Genç Ülkücüler Hareketi’ne katılarak cemiyetçilik çalışmalarına başladı.

1972 – Üniversite eğitimi için Ankara’ya geldikten sonra, Ülkü Ocakları Genel Merkezi’nde görev yapmaya başladı. Ülkü Ocakları Genel Başkan Yardımcılığı ve Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı görevinde bulundu.

1978 – Ülkücü Gençlik Derneği’nin (ÜGD) kurucu Genel Başkanı oldu.

Ankara’nın Balgat Semtinde, 10 Ağustos tarihinde dört kahvehane'nin taranması sonucu, beş kişinin öldüğü ve çok kişinin yaralandığı olay olarak bilinen Balgat Katliamı sanıklarından Abdullah Çatlı ve Mustafa Pehlivanoğlu yakalanınca, “Ankara’ya geldiklerinden bir saat kadar sonra şubeye telefon açarak, ”Bu size son ihtarım. Abdullah Çatlı’yı bırakmazsanız Ankara’nın 150 yerinde bomba patlatacağız” diyerek emniyeti tehdit ettiği rivayet edilir. Bir iddiadan ibaret olan bu bilginin bir kesinliği yoktur. Yine bu yıl içerinde Alevi vatandaşlara karşı düzenlenen katliamın Ülkücü Gençlik Derneği’nin (ÜGD) başkanı olarak tertipçisi olmakla suçlanmış ve daha sonra suçsuzluğuna kanaat getirilerek beraat ettirilmiştir.

1980 – Bu yıla kadar MHP’de Genel Başkan Müşavirliği görevinde bulundu. 12 Eylül tarihinde yapılan askeri darbenin ardından, MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası sanığı olarak cezaevine konuldu.
Bahçelievler Katliamı olarak anılan Ankara'nın Bahçelievler semtinde yedi Türkiye İşçi Partisi üyesinin öldürülme eylemlerinin sanığı olarak yakalanmış olan Haluk Kırcı ile Muhsin Yazıcıoğlu arasında Mamak’ta geçen bir diyalogu sizlerle paylaşmak isterim;

Haluk Kırcı, İstanbul'da tutuklanır. Sorguya alırlar, o gün oruçludur. Ağzındaki dili şişer ve orucunu açmak için bile su vermezler. Ankara'ya götürürler. Mamak'a getirilip bir köşeye atılır. Her yanı kırık yan üstü düşer. Biranda ses duyar ve dinler;

“Haluk... Haluk... Allah de Haluk..."

Kalkamaz, çevresine bakmaya çalışır. Gözleriyle etrafı süzer ama kimse ortalıkta yoktur.

Bu ses nereden geliyor diye kafasında kendisini sorguya çeker. Sırt üstü zorlanarak da olsa döner ve tavana gözlerini dikerek baktığında Filistin askısına asılı eli kolu bağlı o güzel gözleriyle Muhsin Başkan ona sesleniyordu; 

“Allah de Haluk!”
“Allah de!”

Muhsin Yazıcıoğlu, 5,5 yılı hücrede olmak üzere 7,5 yılı Mamak Cezaevi’nde kaldı. Bu davadan herhangi bir ceza almadı. Cezaevi’nde kaldığı süre içinde aşağıda yer alan “Üşüyorum” adlı şiir’i yazmıştır.

Üşüyorum
Bir coşku var içimde bu gün kıpır kıpır
Uzak çok uzak bir yerleri özlüyorum
Gözlerim parke parke taş duvarlarda
Açılıyor hayal pencerelerim
Hafif bir rüzgar gibi süzülüyorum
Kekik kokulu koyaklardan aşarak
Güvercinler ülkesinde dolaşıyor
Bir çeşme başı arıyorum
Yarpuzlar arasında kendimi bırakıp
Mis gibi nane kokuları arasında
Ruhumu dinlemek istiyorum
Zikre dalmış her şey
Güne gülümserken papatyalar
Dualar gibi yükselir ümitlerim
Güneşle kol kola kırlarda koşarak
Siz peygamber çiçekleri toplarken
Ben çeşme başında uzanmak istiyorum
Huzur dolu içimde
Ben sonsuzluğu düşünüyorum
Ey sonsuzluğun sahibi, sana ulaşmak istiyorum
Durun kapanmayın pencerelerim
Güneşimi kapatmayın
Beton çok soğuk, üşüyorum…

Cezaevi’nden çıktıktan sonra, mağdur olmuş ülkücülere ve onların ailelerine yardım amacıyla kurulan Sosyal Güvenlik ve Eğitim Vakfı’nın başkanlığını yaptı.

1987 – Arkadaşları ile birlikte Milliyetçi Çalışma Partisi(MÇP)’de siyasete girdi. MÇP’de Genel Sekreter Yardımcılığı görevinde bulundu.

1991 – Milletvekili Genel Seçimlerinde, üç partinin oluşturduğu (Refah Partisi (RP), Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP) ve Islahatçı Demokrasi Partisi (IDP)) ittifak bünyesinde, milletvekili adayı oldu. “O, inançlarınızı Meclis’e taşıyacak” sloganıyla, Sivas’tan milletvekili seçildi.

1992 – İçinde bulunduğu partinin siyasi anlayışıyla uyuşamadığını gerekçe göstererek 5 milletvekili arkadaşı ile beraber MÇP’den ayrıldı.

1993 – MÇP’den ayrılan bir grup arkadaşı ile beraber Büyük Birlik Partisi’ni (BBP) kurdu ve partinin Genel Başkanı oldu.

1995 – Bu tarihinde yapılan erken genel seçimlerinde ANAP-BBP ittifakından 20. Dönem Sivas milletvekili olarak yeniden TBMM’ye girdi.

1996 – ANAP’tan istifa ederek, BBP’ye döndü.

1998 – 3. Olağan Büyük Kurultay’da,

2000 – 4. Olağan Büyük Kurultay’da,

2002 – 1. Olağanüstü Büyük Kurultay’da,

2003 – 5. Olağan Büyük Kurultay’da,

2006 – 6. Olağan Büyük Kurultay’da,

2007 – 2. Olağanüstü Büyük Kurultay’da tekrar BBP Genel Başkanlığına seçilmiştir.

22 Temmuz Erken Genel seçimlerinde BBP’nin seçimi protesto etmesi sebebiyle partisinden istifa ederek Sivas’tan Bağımsız Milletvekili adayı olarak 23. Dönem milletvekilliğine seçilmiştir. Daha sonra BBP’ye katılarak TBMM’de Büyük Birlik Partisi Sivas Milletvekili olarak BBP’yi Meclis’te temsil etmiştir. 19 Ağustas’ta yapılmış olan BBP’nin 3. Olağanüstü Büyük Kurultay’ında tekrar Genel Başkan olmuştur.

2009 – 29 Mart Türkiye Cumhuriyeti yerel seçimleri sebebiyle 25 Mart tarihinde, Kahramanmaraş ilinde miting düzenlenmiş ve ardından eşi Gülefer Yazıcıoğlu’nun da köyü olan Yozgat-Yerköy yerleşim yerinde düzenlenmek istenen mitinge hareket etmek üzere içinde bulunduğu helikopter bilinmeyen bir nedenle düştü. Helikopter düştükten sonra İHA muhabiri İsmail Güneş 112 Acil servisi aramıştır. Bu konuşmada bacağının kırık olduğunu, helikopterde bulunanlardan sadece BBP Sivas İl Başkanı Erhan Üstündağ’ın inlediğini, ne BBP Sivas İl Başkan Yardımcısı Murat Çetinkaya ne de pilot Kaya İstektepe‘den ses geldiğini, Muhsin Yazıcıoğlu’nu ise göremediğini söylemiştir. Bu konuşmanın ardından başlatılan aramalar bir türlü netice vermiyor ve kaza yeri bir türlü tespit edilemiyor.

Kaza zede İsmail Güneş'in cep telefonundan çıkan sinyaller bölgede bulunan tek bir baz istasyonu olması ve bölgenin gerek coğrafisinin dağlık bir arazi yapısına sahip olması gerek ikliminin sert ve bölgeden sisin mevcut olması sebebiyle kaza yeri tespiti bir türlü gerçekleştirilemiyor. Ayrıca kaza yapan helikopterde bulunan ELT (Acil Durum Yer Belirleme Vericisi) cihazının çalışmamış olması da yerin tespit edilememesi konusunda büyük rol oynamıştır.

Kazadan 48 saat sonra helikopterin enkazı ve Muhsin Yazıcıoğlu dahil 6 kişinin naaşı arama ekipleri içerisinden 17 gönüllü civar köylüsü tarafından Sisne ve Kızılöz Köyleri arasındaki Keş Dağı Kuru Dere Kanlıçukur mevkiinde bulundu. Köylüler kaza yeri aramasını bitirdikleri ve eve dönüşleri sırasında şans eseri enkazı gördüklerini belirtmişlerdir. Enkaz, 48 saat süren arama çalışmalarının yapıldığı bölgenin içerisinde değil 115 km uzağındaydı.

28 Mart tarihinde, saat 14:00’da BBP Genel Sekreteri Yalçın Topçu’nun yaptığı açıklamaya göre, BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu ve beraberindekiler vefat etmişlerdir. Kendisi daha önce 17 defa trafik kazası geçirmişti ancak bunların hepsinin hafif sıyrıklarla atlatmıştı.

Muhsin Yazıcıoğlu’nun cenazesi ölümünden 6 gün sonra 31 Mart tarihinde Kocatepe Camii’nde düzenlendi. TBMM’deki törende Yazıcıoğlu’nun Türk bayrağına sarılı naaşının üzeri çiçeklerle süslendi. Cenaze törenine basın mensupları dâhil yaklaşık 700.000 kişi katıldı. Vasiyeti üzerine cenazesi, Tacettin Dergahı’na gömülmeyi vasiyet ettiği için bir bakanlar kurulu kararı çıkarılarak Mehmet Akif Ersoy müzesi olarak kullanılan dergahın bahçesine defnedildi. Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümünün ardından memleketi Sivas’ta birçok parka ve cadde ismi verildi. Amasya, Adıyaman ve Ankara Çamlıdere ilçesinde yapılan caddenin ismi Muhsin Yazıcıoğlu Caddesi olarak değiştirildi. Anadolu’nun birçok yerinde park, cadde ve vakıflara onun ismi verilerek kendisine duyulan sevgi ve saygı tekrar ifade edilmiş oldu.


21 Ekim 2016 Cuma

AİLE



“Dünyada en değerli sözcük nedir?”

Böyle bir soruyla karşılaşsanız siz ne söylersiniz? Bana sorsalar direk hiç tereddüt etmeden “AİLE” derim. Peki, ailenin en değerlisi kimdir diye sorulursa işte ona da “ANNE” derim. Kelimeler hecelerden ve harflerden oluştuğu doğrudur. Basit de görünebilir ama tek kelime içine bir dünya sığdırabilecek kadar da büyüktür. Kelimeler heyecan, üzüntü, keder, mutluluk kısaca tüm duyguları yansıtır. Maneviyatı yüksektir kelimelerin “Anne” gibi. Bu kelimenin tılsımıyla ufkumuzdaki sisler bir anda dağılır. Fırtınalardan korunmak isteyen yürek bu selamet sahilinde hayat bulur.

Anne sevgisi mukaddestir. Bilirim ki peygamber efendimiz boş yere dememiş cennet annelerin ayakları altındadır. Bu kadar değerli annelerimiz evlatlarına hakkını helal etmese çocuklarının cennete girme ihtimali olabilir mi? Kur’an-ı Kerim’de annelerden bahseden ayetlerden aklıma gelen birini sizlerle paylaşmak istiyorum:

“Biz insana anne ve babasını (onlara iyilikle davranmayı) tavsiye ettik. Annesi onu, zorluk üstüne zorlukla (karnında) taşımıştır. Onun (sütten) ayrılması, iki yıl içindedir. Hem bana, hem anne ve babana şükret, dönüş yalnız banadır.” (Lokman S. 14 Ayetler)

Görüldüğü gibi annelerimiz çocukları için ne zorluklar çekmiştir. Hangi birini anlatmaya başlasam ki anlatmaya başladım diyelim kelimelerle cümle, cümlelerle sayfa, sayfalarla kitap, kitaplarla kütüphane olur.

Baba kelimesi çocukları için efsanedir. Düştüğümüzde, korktuğumuzda veya herhangi bir anda anne diye bağıran bizler yani çocukları arkamızdan da babamızın koşup geleceğini ve kurtaracağını biliriz. Annemiz her zaman baş tacımız baba ise gönül yoldaşımız olmuştur. Annemiz duygusallığımız babamızda mantığımızdır. Hep bir sorumluluğu vardır bizim üzerimizde. Çocukları sayısınca omuzlarındaki sorumluluk yükü daha da artmaktadır. Güçlü, sert bakışlı, koruyucu ve güvenilir tanıdığımız ilk adamdır. Babalarımızın gözyaşlarını görmek imkânsızdır. Ya kızını gelin ederken ya da oğlunu askere uğurlarken gözlerinde görebiliriz.

Kardeş tektir, Can'ındır. Hayatındaki tek gerçektir. Ve öyledir ki hayatında kimse kalmasa bile bir tek kardeşinin yanında olacağını bilmek her şeye değerdir. Kardeş sevgisi dünya' daki her şeye bedeldir. Kardeş, bir elmanın dilimleri gibidir. Bazı zamanlar aralarında atışmada olsa sevgilerini pek belli edemezler ama cana can katandır. Evdeki yokluğunda göz arayışların, sesini duyduğunda kulak kabartman ve yanında olduğunda dayanışma duvarındır.

Bu dünyada insanoğlunun ailesi en büyük zenginliğidir. Ailesi olmadığında kendini yalnız ve eksik hisseder. Çünkü insan ancak ailesinin yanında ya da kendisine aile olarak gördüğü insanların yanında kendini güvende hissedebilmektedir. Bazen bir anne şefkati, bazen de bir baba koruyuculuğu kimi zaman ise bir kardeşin dostluğuna ihtiyaç duymaktadır.

ANNE YÜREĞİ



Sıcak bir yaz günüydü, meltem rüzgarları bütün sokakları serinletiyordu. Genç ve yakışıklı bir delikanlı sevdiği kızı görmeye gidiyordu. Öyle mutluydu ki etrafındaki insanlara gülümseyerek selam veriyor ve şarkılar mırıldanıyordu. İçinde öyle bir mutluluk vardı ki etrafındaki insanlar onun enerjisini hissediyordu. Günlerdir sevdiği kıza evlilik teklifi etmeyi düşünüyordu. Sonunda bunun kararını verebilmişti. İşte o gün geldi diyerek evden çıkmıştı. Şimdi sevdiği kızın kapısına varmıştı. Derin bir nefes alarak kapıyı çaldı. Kız kapıyı açtı ve kızla karşı karşıya kalan genç hayallere daldı. Katı yürekli kızı öyle seviyordu ki kız ne dese her şeyi yapıyordu. Bir an hayalden uyandı ve kıza uzun süredir söylemek istediği evlilik teklifi sorusunu sordu?

Delikanlı: Benimle evlenir misin?

Kız durakladı ve korkunç bir şart ileri sürerek ancak bu şartı yerine getirirse genç delikanlıyla evlenecekti.

Kız: Senin bana olan sevgini ölçmek istiyorum. Bunun için de köpeğime yedirmek üzere bana annenin kalbini getirsen kabul ederim.

Delikanlı, bu teklif karşısında dona kaldı. Bir anda tüyleri ürperdi ne yapacağını şaşırdı ve uzun bir tereddütten sonra hislerine ve duygularına mağlup olup annesini öldürmeye karar verdi.

Delikanlı: Tamam.

Evin yoluna geri koyuldu. Eve varınca salonda oturan annesinin yanına direk gitti. Annesi, belki de durumu farkettiği için oğluna fazla direnmedi. Genç, annesini öldürerek kalbini göğsünden çıkardı ve bir mendile sardı. 

Genç artık anne katili olmuştu. Aldırış etmeden kızın isteğini yerine getirdiğini hemen haber vermek için heyecanıyla evden ayrıldı ve yolda koşmaya başladı. Koşarken, ayağı bir taşa takıldı ve yüz üstü kapaklandı. Kendisi bir tarafa, mendil içindeki kalp bir tarafa uçtu. Canı o kadar çok yandı ki acısından dayanamayarak ağzından ister istemez "Ah Anacığım!" sözleri döküldü. Bir anda dünya üzerine sessizlik çöktü. Sessizliğin hemen ardından annesinin tozlara bulanan ve hala sıcak olan kalbinden bir anda ses yükseldi ve yankılandı:


" Canım yavrum, bir yerin acıdı mı? "

16 Ekim 2016 Pazar

ANADOLU ve ANADOLU İNSANI



Anadolu benim yurdum…

Geçmişten günümüze binlerce yıllık tarihi ve kültürü ile bizleri aydınlatan ve medeniyetlere kucak açan güzel memleketim…

Ege’ nin, Karadeniz’ in denizinin mavisi ve yeşillikleri sahip oldukları güzellikleri insanı nasılda etkiliyor. Anlatmaya kalksak acaba saymakla bitirebilir miyiz ki? Yeşil ve mavinin böyle iç içe girdiği bir yer daha var mıdır ki bu yeryüzünde? Her bölgesinde eser, doğal mimari yapılar görülmektedir. İnsanların kendilerini iyi hissedeceği en güzel alanlara sahibiz. Ya Anadolu’ nun dört bir köşesinde bizleri kucaklayan derin tarihimiz. Her bir köşesinde antik kalıntılarla dolu her taşının altından medeniyet kalıntıları çıkaran güzel yurdum. İnsanın görmek istediği, doğa ile iç içe olduğu gibi tarihe en yakın şekilde şahitlik edebilmektedir. Anadolu, eşsiz vatanımız; anlatmakla bitmez ki güzelliklerin…

Birçok gelenek ve görenek, örf ve adet sürdürülmekte ve yaşatılmaktadır. Türkülerimizin yakıldığı, manilerin, bilmecelerin söylendiği, halk hikâyeleri, masallar, destanların yaşandığı yerdir benim memleketim.

Anadolu’ya doğru yola çıktığımızda ilk önce Anadolu insanının sıcaklığı ısıtmaktadır içimizi. Kültürünü, değerlerini, topraklarını, inançlarını korumaktan başka hiçbir amacı olmayan tertemiz kalpli Anadolu insanı da sıcaktır ve cana yakındır. Misafirperver denince akla ilk gelen varlıktır. Sanki kendilerinden biriymişcesine bağırlarına basarlar bizi. Sonra uçsuz bucaksız bozkırlar belirir karşımızda huzur verir bizlere. Ekinler saçlarını savurur tarlalarda, sonra sıcacık bir ekmek olur gelirler hepimizin sofrasına.

Anadolu insanım başkasın sen, cana can katansın…

Sabah namazıyla birlikte erkenden kalkan, yoluna koyulan, öğlen kahvehanesinde derin hayallere dalan ve akşam evinde ailesiyle birlikte günün yorgunluğunu, ağaçları, kırları, ovayı, yaylayı, böcekleri, kelebekleri ve her anını paylaşan Anadolu insanım. Ekmeğini taştan çıkartan, güneşin yakıcı sıcağında evine ekmek götürme sevdasında olan, yerin binlerce metre altında eve ekmek götürme telaşında yanan emekçi insanım.

İşte sensin benim Anadolu’ m ve Anadolu İnsanım…

Sürdürülebilir Geleceğin Yeni Aktörü

Sivil toplum kuruluşları artık klasik yaklaşımların ötesine geçmelidir. Artık yeni geleceğin paradigması olacak kavramı ortaya çıkarıyorum; ...