31 Ekim 2016 Pazartesi

Muhsin YAZICIOĞLU


31 Aralık 1954 – 25 Mart 2009

31 Aralık 1954 – Muhsin Yazıcıoğlu, Sivas’ın Şarkışla ilçesinin Elmalı Köyü’nde bir çiftçi ailesinin oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Halit ve Fidan Yazıcıoğlu çiftinin son çocuğudur.  İlk ve orta öğrenimini Şarkışla’da devam ettirmişti.

1968 – Siyasete doğum yeri olan Şarkışla’da Genç Ülkücüler Hareketi’ne katılarak cemiyetçilik çalışmalarına başladı.

1972 – Üniversite eğitimi için Ankara’ya geldikten sonra, Ülkü Ocakları Genel Merkezi’nde görev yapmaya başladı. Ülkü Ocakları Genel Başkan Yardımcılığı ve Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı görevinde bulundu.

1978 – Ülkücü Gençlik Derneği’nin (ÜGD) kurucu Genel Başkanı oldu.

Ankara’nın Balgat Semtinde, 10 Ağustos tarihinde dört kahvehane'nin taranması sonucu, beş kişinin öldüğü ve çok kişinin yaralandığı olay olarak bilinen Balgat Katliamı sanıklarından Abdullah Çatlı ve Mustafa Pehlivanoğlu yakalanınca, “Ankara’ya geldiklerinden bir saat kadar sonra şubeye telefon açarak, ”Bu size son ihtarım. Abdullah Çatlı’yı bırakmazsanız Ankara’nın 150 yerinde bomba patlatacağız” diyerek emniyeti tehdit ettiği rivayet edilir. Bir iddiadan ibaret olan bu bilginin bir kesinliği yoktur. Yine bu yıl içerinde Alevi vatandaşlara karşı düzenlenen katliamın Ülkücü Gençlik Derneği’nin (ÜGD) başkanı olarak tertipçisi olmakla suçlanmış ve daha sonra suçsuzluğuna kanaat getirilerek beraat ettirilmiştir.

1980 – Bu yıla kadar MHP’de Genel Başkan Müşavirliği görevinde bulundu. 12 Eylül tarihinde yapılan askeri darbenin ardından, MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası sanığı olarak cezaevine konuldu.
Bahçelievler Katliamı olarak anılan Ankara'nın Bahçelievler semtinde yedi Türkiye İşçi Partisi üyesinin öldürülme eylemlerinin sanığı olarak yakalanmış olan Haluk Kırcı ile Muhsin Yazıcıoğlu arasında Mamak’ta geçen bir diyalogu sizlerle paylaşmak isterim;

Haluk Kırcı, İstanbul'da tutuklanır. Sorguya alırlar, o gün oruçludur. Ağzındaki dili şişer ve orucunu açmak için bile su vermezler. Ankara'ya götürürler. Mamak'a getirilip bir köşeye atılır. Her yanı kırık yan üstü düşer. Biranda ses duyar ve dinler;

“Haluk... Haluk... Allah de Haluk..."

Kalkamaz, çevresine bakmaya çalışır. Gözleriyle etrafı süzer ama kimse ortalıkta yoktur.

Bu ses nereden geliyor diye kafasında kendisini sorguya çeker. Sırt üstü zorlanarak da olsa döner ve tavana gözlerini dikerek baktığında Filistin askısına asılı eli kolu bağlı o güzel gözleriyle Muhsin Başkan ona sesleniyordu; 

“Allah de Haluk!”
“Allah de!”

Muhsin Yazıcıoğlu, 5,5 yılı hücrede olmak üzere 7,5 yılı Mamak Cezaevi’nde kaldı. Bu davadan herhangi bir ceza almadı. Cezaevi’nde kaldığı süre içinde aşağıda yer alan “Üşüyorum” adlı şiir’i yazmıştır.

Üşüyorum
Bir coşku var içimde bu gün kıpır kıpır
Uzak çok uzak bir yerleri özlüyorum
Gözlerim parke parke taş duvarlarda
Açılıyor hayal pencerelerim
Hafif bir rüzgar gibi süzülüyorum
Kekik kokulu koyaklardan aşarak
Güvercinler ülkesinde dolaşıyor
Bir çeşme başı arıyorum
Yarpuzlar arasında kendimi bırakıp
Mis gibi nane kokuları arasında
Ruhumu dinlemek istiyorum
Zikre dalmış her şey
Güne gülümserken papatyalar
Dualar gibi yükselir ümitlerim
Güneşle kol kola kırlarda koşarak
Siz peygamber çiçekleri toplarken
Ben çeşme başında uzanmak istiyorum
Huzur dolu içimde
Ben sonsuzluğu düşünüyorum
Ey sonsuzluğun sahibi, sana ulaşmak istiyorum
Durun kapanmayın pencerelerim
Güneşimi kapatmayın
Beton çok soğuk, üşüyorum…

Cezaevi’nden çıktıktan sonra, mağdur olmuş ülkücülere ve onların ailelerine yardım amacıyla kurulan Sosyal Güvenlik ve Eğitim Vakfı’nın başkanlığını yaptı.

1987 – Arkadaşları ile birlikte Milliyetçi Çalışma Partisi(MÇP)’de siyasete girdi. MÇP’de Genel Sekreter Yardımcılığı görevinde bulundu.

1991 – Milletvekili Genel Seçimlerinde, üç partinin oluşturduğu (Refah Partisi (RP), Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP) ve Islahatçı Demokrasi Partisi (IDP)) ittifak bünyesinde, milletvekili adayı oldu. “O, inançlarınızı Meclis’e taşıyacak” sloganıyla, Sivas’tan milletvekili seçildi.

1992 – İçinde bulunduğu partinin siyasi anlayışıyla uyuşamadığını gerekçe göstererek 5 milletvekili arkadaşı ile beraber MÇP’den ayrıldı.

1993 – MÇP’den ayrılan bir grup arkadaşı ile beraber Büyük Birlik Partisi’ni (BBP) kurdu ve partinin Genel Başkanı oldu.

1995 – Bu tarihinde yapılan erken genel seçimlerinde ANAP-BBP ittifakından 20. Dönem Sivas milletvekili olarak yeniden TBMM’ye girdi.

1996 – ANAP’tan istifa ederek, BBP’ye döndü.

1998 – 3. Olağan Büyük Kurultay’da,

2000 – 4. Olağan Büyük Kurultay’da,

2002 – 1. Olağanüstü Büyük Kurultay’da,

2003 – 5. Olağan Büyük Kurultay’da,

2006 – 6. Olağan Büyük Kurultay’da,

2007 – 2. Olağanüstü Büyük Kurultay’da tekrar BBP Genel Başkanlığına seçilmiştir.

22 Temmuz Erken Genel seçimlerinde BBP’nin seçimi protesto etmesi sebebiyle partisinden istifa ederek Sivas’tan Bağımsız Milletvekili adayı olarak 23. Dönem milletvekilliğine seçilmiştir. Daha sonra BBP’ye katılarak TBMM’de Büyük Birlik Partisi Sivas Milletvekili olarak BBP’yi Meclis’te temsil etmiştir. 19 Ağustas’ta yapılmış olan BBP’nin 3. Olağanüstü Büyük Kurultay’ında tekrar Genel Başkan olmuştur.

2009 – 29 Mart Türkiye Cumhuriyeti yerel seçimleri sebebiyle 25 Mart tarihinde, Kahramanmaraş ilinde miting düzenlenmiş ve ardından eşi Gülefer Yazıcıoğlu’nun da köyü olan Yozgat-Yerköy yerleşim yerinde düzenlenmek istenen mitinge hareket etmek üzere içinde bulunduğu helikopter bilinmeyen bir nedenle düştü. Helikopter düştükten sonra İHA muhabiri İsmail Güneş 112 Acil servisi aramıştır. Bu konuşmada bacağının kırık olduğunu, helikopterde bulunanlardan sadece BBP Sivas İl Başkanı Erhan Üstündağ’ın inlediğini, ne BBP Sivas İl Başkan Yardımcısı Murat Çetinkaya ne de pilot Kaya İstektepe‘den ses geldiğini, Muhsin Yazıcıoğlu’nu ise göremediğini söylemiştir. Bu konuşmanın ardından başlatılan aramalar bir türlü netice vermiyor ve kaza yeri bir türlü tespit edilemiyor.

Kaza zede İsmail Güneş'in cep telefonundan çıkan sinyaller bölgede bulunan tek bir baz istasyonu olması ve bölgenin gerek coğrafisinin dağlık bir arazi yapısına sahip olması gerek ikliminin sert ve bölgeden sisin mevcut olması sebebiyle kaza yeri tespiti bir türlü gerçekleştirilemiyor. Ayrıca kaza yapan helikopterde bulunan ELT (Acil Durum Yer Belirleme Vericisi) cihazının çalışmamış olması da yerin tespit edilememesi konusunda büyük rol oynamıştır.

Kazadan 48 saat sonra helikopterin enkazı ve Muhsin Yazıcıoğlu dahil 6 kişinin naaşı arama ekipleri içerisinden 17 gönüllü civar köylüsü tarafından Sisne ve Kızılöz Köyleri arasındaki Keş Dağı Kuru Dere Kanlıçukur mevkiinde bulundu. Köylüler kaza yeri aramasını bitirdikleri ve eve dönüşleri sırasında şans eseri enkazı gördüklerini belirtmişlerdir. Enkaz, 48 saat süren arama çalışmalarının yapıldığı bölgenin içerisinde değil 115 km uzağındaydı.

28 Mart tarihinde, saat 14:00’da BBP Genel Sekreteri Yalçın Topçu’nun yaptığı açıklamaya göre, BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu ve beraberindekiler vefat etmişlerdir. Kendisi daha önce 17 defa trafik kazası geçirmişti ancak bunların hepsinin hafif sıyrıklarla atlatmıştı.

Muhsin Yazıcıoğlu’nun cenazesi ölümünden 6 gün sonra 31 Mart tarihinde Kocatepe Camii’nde düzenlendi. TBMM’deki törende Yazıcıoğlu’nun Türk bayrağına sarılı naaşının üzeri çiçeklerle süslendi. Cenaze törenine basın mensupları dâhil yaklaşık 700.000 kişi katıldı. Vasiyeti üzerine cenazesi, Tacettin Dergahı’na gömülmeyi vasiyet ettiği için bir bakanlar kurulu kararı çıkarılarak Mehmet Akif Ersoy müzesi olarak kullanılan dergahın bahçesine defnedildi. Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümünün ardından memleketi Sivas’ta birçok parka ve cadde ismi verildi. Amasya, Adıyaman ve Ankara Çamlıdere ilçesinde yapılan caddenin ismi Muhsin Yazıcıoğlu Caddesi olarak değiştirildi. Anadolu’nun birçok yerinde park, cadde ve vakıflara onun ismi verilerek kendisine duyulan sevgi ve saygı tekrar ifade edilmiş oldu.


21 Ekim 2016 Cuma

AİLE



“Dünyada en değerli sözcük nedir?”

Böyle bir soruyla karşılaşsanız siz ne söylersiniz? Bana sorsalar direk hiç tereddüt etmeden “AİLE” derim. Peki, ailenin en değerlisi kimdir diye sorulursa işte ona da “ANNE” derim. Kelimeler hecelerden ve harflerden oluştuğu doğrudur. Basit de görünebilir ama tek kelime içine bir dünya sığdırabilecek kadar da büyüktür. Kelimeler heyecan, üzüntü, keder, mutluluk kısaca tüm duyguları yansıtır. Maneviyatı yüksektir kelimelerin “Anne” gibi. Bu kelimenin tılsımıyla ufkumuzdaki sisler bir anda dağılır. Fırtınalardan korunmak isteyen yürek bu selamet sahilinde hayat bulur.

Anne sevgisi mukaddestir. Bilirim ki peygamber efendimiz boş yere dememiş cennet annelerin ayakları altındadır. Bu kadar değerli annelerimiz evlatlarına hakkını helal etmese çocuklarının cennete girme ihtimali olabilir mi? Kur’an-ı Kerim’de annelerden bahseden ayetlerden aklıma gelen birini sizlerle paylaşmak istiyorum:

“Biz insana anne ve babasını (onlara iyilikle davranmayı) tavsiye ettik. Annesi onu, zorluk üstüne zorlukla (karnında) taşımıştır. Onun (sütten) ayrılması, iki yıl içindedir. Hem bana, hem anne ve babana şükret, dönüş yalnız banadır.” (Lokman S. 14 Ayetler)

Görüldüğü gibi annelerimiz çocukları için ne zorluklar çekmiştir. Hangi birini anlatmaya başlasam ki anlatmaya başladım diyelim kelimelerle cümle, cümlelerle sayfa, sayfalarla kitap, kitaplarla kütüphane olur.

Baba kelimesi çocukları için efsanedir. Düştüğümüzde, korktuğumuzda veya herhangi bir anda anne diye bağıran bizler yani çocukları arkamızdan da babamızın koşup geleceğini ve kurtaracağını biliriz. Annemiz her zaman baş tacımız baba ise gönül yoldaşımız olmuştur. Annemiz duygusallığımız babamızda mantığımızdır. Hep bir sorumluluğu vardır bizim üzerimizde. Çocukları sayısınca omuzlarındaki sorumluluk yükü daha da artmaktadır. Güçlü, sert bakışlı, koruyucu ve güvenilir tanıdığımız ilk adamdır. Babalarımızın gözyaşlarını görmek imkânsızdır. Ya kızını gelin ederken ya da oğlunu askere uğurlarken gözlerinde görebiliriz.

Kardeş tektir, Can'ındır. Hayatındaki tek gerçektir. Ve öyledir ki hayatında kimse kalmasa bile bir tek kardeşinin yanında olacağını bilmek her şeye değerdir. Kardeş sevgisi dünya' daki her şeye bedeldir. Kardeş, bir elmanın dilimleri gibidir. Bazı zamanlar aralarında atışmada olsa sevgilerini pek belli edemezler ama cana can katandır. Evdeki yokluğunda göz arayışların, sesini duyduğunda kulak kabartman ve yanında olduğunda dayanışma duvarındır.

Bu dünyada insanoğlunun ailesi en büyük zenginliğidir. Ailesi olmadığında kendini yalnız ve eksik hisseder. Çünkü insan ancak ailesinin yanında ya da kendisine aile olarak gördüğü insanların yanında kendini güvende hissedebilmektedir. Bazen bir anne şefkati, bazen de bir baba koruyuculuğu kimi zaman ise bir kardeşin dostluğuna ihtiyaç duymaktadır.

ANNE YÜREĞİ



Sıcak bir yaz günüydü, meltem rüzgarları bütün sokakları serinletiyordu. Genç ve yakışıklı bir delikanlı sevdiği kızı görmeye gidiyordu. Öyle mutluydu ki etrafındaki insanlara gülümseyerek selam veriyor ve şarkılar mırıldanıyordu. İçinde öyle bir mutluluk vardı ki etrafındaki insanlar onun enerjisini hissediyordu. Günlerdir sevdiği kıza evlilik teklifi etmeyi düşünüyordu. Sonunda bunun kararını verebilmişti. İşte o gün geldi diyerek evden çıkmıştı. Şimdi sevdiği kızın kapısına varmıştı. Derin bir nefes alarak kapıyı çaldı. Kız kapıyı açtı ve kızla karşı karşıya kalan genç hayallere daldı. Katı yürekli kızı öyle seviyordu ki kız ne dese her şeyi yapıyordu. Bir an hayalden uyandı ve kıza uzun süredir söylemek istediği evlilik teklifi sorusunu sordu?

Delikanlı: Benimle evlenir misin?

Kız durakladı ve korkunç bir şart ileri sürerek ancak bu şartı yerine getirirse genç delikanlıyla evlenecekti.

Kız: Senin bana olan sevgini ölçmek istiyorum. Bunun için de köpeğime yedirmek üzere bana annenin kalbini getirsen kabul ederim.

Delikanlı, bu teklif karşısında dona kaldı. Bir anda tüyleri ürperdi ne yapacağını şaşırdı ve uzun bir tereddütten sonra hislerine ve duygularına mağlup olup annesini öldürmeye karar verdi.

Delikanlı: Tamam.

Evin yoluna geri koyuldu. Eve varınca salonda oturan annesinin yanına direk gitti. Annesi, belki de durumu farkettiği için oğluna fazla direnmedi. Genç, annesini öldürerek kalbini göğsünden çıkardı ve bir mendile sardı. 

Genç artık anne katili olmuştu. Aldırış etmeden kızın isteğini yerine getirdiğini hemen haber vermek için heyecanıyla evden ayrıldı ve yolda koşmaya başladı. Koşarken, ayağı bir taşa takıldı ve yüz üstü kapaklandı. Kendisi bir tarafa, mendil içindeki kalp bir tarafa uçtu. Canı o kadar çok yandı ki acısından dayanamayarak ağzından ister istemez "Ah Anacığım!" sözleri döküldü. Bir anda dünya üzerine sessizlik çöktü. Sessizliğin hemen ardından annesinin tozlara bulanan ve hala sıcak olan kalbinden bir anda ses yükseldi ve yankılandı:


" Canım yavrum, bir yerin acıdı mı? "

16 Ekim 2016 Pazar

ANADOLU ve ANADOLU İNSANI



Anadolu benim yurdum…

Geçmişten günümüze binlerce yıllık tarihi ve kültürü ile bizleri aydınlatan ve medeniyetlere kucak açan güzel memleketim…

Ege’ nin, Karadeniz’ in denizinin mavisi ve yeşillikleri sahip oldukları güzellikleri insanı nasılda etkiliyor. Anlatmaya kalksak acaba saymakla bitirebilir miyiz ki? Yeşil ve mavinin böyle iç içe girdiği bir yer daha var mıdır ki bu yeryüzünde? Her bölgesinde eser, doğal mimari yapılar görülmektedir. İnsanların kendilerini iyi hissedeceği en güzel alanlara sahibiz. Ya Anadolu’ nun dört bir köşesinde bizleri kucaklayan derin tarihimiz. Her bir köşesinde antik kalıntılarla dolu her taşının altından medeniyet kalıntıları çıkaran güzel yurdum. İnsanın görmek istediği, doğa ile iç içe olduğu gibi tarihe en yakın şekilde şahitlik edebilmektedir. Anadolu, eşsiz vatanımız; anlatmakla bitmez ki güzelliklerin…

Birçok gelenek ve görenek, örf ve adet sürdürülmekte ve yaşatılmaktadır. Türkülerimizin yakıldığı, manilerin, bilmecelerin söylendiği, halk hikâyeleri, masallar, destanların yaşandığı yerdir benim memleketim.

Anadolu’ya doğru yola çıktığımızda ilk önce Anadolu insanının sıcaklığı ısıtmaktadır içimizi. Kültürünü, değerlerini, topraklarını, inançlarını korumaktan başka hiçbir amacı olmayan tertemiz kalpli Anadolu insanı da sıcaktır ve cana yakındır. Misafirperver denince akla ilk gelen varlıktır. Sanki kendilerinden biriymişcesine bağırlarına basarlar bizi. Sonra uçsuz bucaksız bozkırlar belirir karşımızda huzur verir bizlere. Ekinler saçlarını savurur tarlalarda, sonra sıcacık bir ekmek olur gelirler hepimizin sofrasına.

Anadolu insanım başkasın sen, cana can katansın…

Sabah namazıyla birlikte erkenden kalkan, yoluna koyulan, öğlen kahvehanesinde derin hayallere dalan ve akşam evinde ailesiyle birlikte günün yorgunluğunu, ağaçları, kırları, ovayı, yaylayı, böcekleri, kelebekleri ve her anını paylaşan Anadolu insanım. Ekmeğini taştan çıkartan, güneşin yakıcı sıcağında evine ekmek götürme sevdasında olan, yerin binlerce metre altında eve ekmek götürme telaşında yanan emekçi insanım.

İşte sensin benim Anadolu’ m ve Anadolu İnsanım…

14 Ekim 2016 Cuma

ZULKARNEYN



Peygamber mi? yoksa Kral mı?

Tamamen bir ihtilâf konusu olmuş. Kur'ân' da rabbim ondan övgü ile bahsediyor.

Araştırmalarım neticesinde okuduğum kaynakların hepsinde Zulkarneyn kelimesinin anlamı şöyle ifade edilmektedir; Zü, sahip ve malik demektir. Karn ise, boynuz, perçem, tepe, zaman, güneş anlamlarına gelmektedir. Karneyn, karn'ın tesniyesi yani iki tanesi demek. Yani, Zulkarneyn kelimesi iki boynuz sahibi şeklinde tercüme edilmektedir.

Zulkarneyn' in kim olduğu ve neden kendisine bu lakabın takıldığı konusu merak edilmekte ve tartışmalı bir husus olarak eskiden günümüze kadar devam etmektedir. Âlimler tarafından Zulkarneyn denilmesi, başının iki yanında iki boynuza benzer çıkıntıların bulunması, dünyanın şark ve garbını dolaşması, başının iki yanının bakırdan olması, örülmüş iki deste saçı olması, Allah'ın kendisine nur ve zulmeti musahhar kılması(emrine vermesi), yürürken nurun önünden, zulmetin ise arkasından gelmesi, şecaatı dolayısıyla bu lakabı almış bulunması, rüyasında gökyüzüne çıktığını ve güneşin iki tarafına asıldığını görmesi anlamlarında yorumlandığı yazmaktadır.

Çok farklı kaynaklarda Zulkarneyn' in kim olduğu hakkında farklı farklı yorumlar ele alınmıştır. Zulkarneyn kelimesi herkesin bildiği üzere onun esas adı değil sadece lakabıdır. Esas adı hakkında farklı ve değişik görüşler ileri sürülmüşler. Çoğu insan onun Büyük İskender (M.Ö 356-323) olduğunu iddia etmiş. Fakat Kur'ân' da söz konusu olan Zulkarneyn ile Büyük İskender' in vasıfları birbiriyle uyuşmamaktadır.  Zulkarneyn, Allah'a inanan, dürüst bir hayat süren ve peygamber olduğu bile ileri sürülen bir kişi. Büyük İskender ise, tek tanrı inancından uzak, girdiği şehirleri yakarak ve yıkarak ilerleyen zalim ve barbar bir insandı.

Bilhassa son devrin âlimlere göre, Zulkarneyn' in İran kralı Kisra(Hüsrev) olduğunu kabul etmişler. M.Ö altıncı asırda imparatorluk kuran Kisra' nın vasıfları, Kur'ân' da adı geçen Zulkarneyn' in vasıflarına daha uygun düşmektedir. Nitekim Araplar Kisra' ya, Nûşirevan-ı ,Âdil demektedirler. Yine de Zulkarneyn' in gerçek adını Allah bilir.

Hz. Ali' ye göre Zulkarneyn ne bir nebi, ne de bir kraldı. Fakat Allah' ın salih bir kulu idi. Allah onu sevmiş ve o da Allah' ı sevmişti. Onun peygamber olup olmadığını ihtilaf konusu ama Zülkarneyn' in gerçek adını sadece ama sadece Allah bilir.

Zulkarneyn’ i tanıttığıma göre şimdi de yaşamış olduğu bir hikâyeyi sizlerle paylaşabilirim.

Zulkarneyn, bir gün kavimler bölgesinden geçiyordu. Kavmi uzaktan süzdü ve dünyalık hiçbir şeye sahip olmadıkları izlenimine kapıldı. Bu kavimdekiler ölülerini evlerinin kapısının yakınına gömmüşler. Her gün bu mezarlıkları ziyaret ederlermiş. Mezarlıkları süpürüp bakımını yapar ve orada Allah’ a(c.c.) ibadet ederlermiş. Bu kavmin yiyecek olarak ot ve bitkilerden başka hiçbir şeyleri yoktur. “Zulkarneyn” kendilerine bir adam gönderip bu kavmin kralının huzuruna gelmesini istemiş. Kral’ a bu istek iletilmiş. Fakat kral aldırış etmemiş. “Zulkarneyn” bu duruma şaşırmış. Bu kez karar verir ve kendisi onlara uğrayarak durumlarını sormak istemiş. Kral’ ın yanına gitmiş ve aralarındaki sohbet şu şekilde gerçekleşmiştir.

Zulkarneyn: “Gördüğüm kadarıyla hiçbir altın veya gümüş servetine sahip değilsin, yanınızda dünyalık hiçbir şey de göremiyorum.”

Kral: “Dünya nimetlerine hiç kimse doymamış ki…”

Zulkarneyn: Kapılarınızın önüne mezarlarınızı neden kazdınız?

Kral: Ta ki her an gözümüzün önünde bulunsun da onlardan ibret dersi alalım diye. Böylece ölümü her an hatırlayabiliriz ve dünya sevgisi kalbimizden silinsin ki, bizi Rabbimizin ibadetinden geri bırakmasın.

Zulkarneyn: Neden devamlı ot yiyorsunuz?

Kral: Çünkü biz karınlarımızı hayvanlara mezar yapmak istemiyoruz. Zira yiyeceğin tadı da damaktan öteye geçmiyor. Ondan sonra elini bir kanala uzatarak oradan bir insan kellesini çıkardı. Bunun kim olduğunu biliyor musun? Bu adam, krallardan biriydi. Halkına zulüm eder ve zayıfları ezerdi. Durmadan dünya malını biriktirmeye çalışıyordu. Sonuçta Yüce Allah(c.c.) onun canını aldı ve hak ettiği ateş onun mekânı oldu. İşte bu kelle kendisine aittir.” Adam ikinci kez elini kanala uzatıp ikinci bir kelle çıkartıp önüne koydu ve kendisine, “Bunun kime ait olduğunu bilir misin? Bu adam adaletli bir kral, halkına karşı son derece şefkatli ve ülke halkını çok seven biriydi. Yüce Allah(c.c.) onun ruhunu alıp cennetine koydu ve derecesini yükseltti.”

Daha sonra elini Zulkarneyn’ in başına koyarak “ Bakalım bu iki kafadan hangisi gibi olacak?” dedi.

Bunun üzerine Zulkarneyn hüngür hüngür ağlayıp onu sardı ve dedi ki; “Şayet benimle arkadaşlık yapmak istersen makamımı sana terk edip, memleketimi paylaşırım.

Kral: “Asla” dedi. “ Ben böyle bir arzu içinde olmam ve olamam.”

Zulkarneyn: Neden?

Kral: İnsanlar tümü ile sahip olduğu servet ve toprak yüzünden sana düşmandır. Sahip olduğum kanaat ve yoksulluk hali sebebiyle de tümü bana dosttur. Yüce Allah’ ın inayeti seninle olsun.

    

FEDAKÂRLIK VE İHLAS



Ömer Bin Abdulaziz hazretleri kimdir?

İslamın adalet ve takvası ile meşhur valilerinden, Emevî halifelerinin sekizincisi ve Mısır valisi Abdulaziz Bin Mervân’ ın oğludur. Annesi, Hazret-i Ömer’ in oğlu Asım’ ın kızıdır. 679 (H. 60) senesinde Medine’ de doğdu.

Ömer Bin Abdulaziz’ in yaşamış olduğu güzel bir hikâyeyi sizlerle paylaşacağım. Bu hikâyeyi Ömer’ i tanıtmadan paylaşmak olmazdı. Tanıtma evresini kısa ve yeterli bilgiler paylaştığımı düşünüyorum. Daha detaylı bilgi edinmek için sizleri araştırıp, öğrenmeye davet ediyorum…

………………………

Arife günüydü, Ömer bin Abdulaziz’ in kızları yanına gelirler.

Baba diyerek seslenip şöyle derler: “ Yarın bayram günüdür. Çevremizdeki kadın ve kızlar, siz Emirü’ l Mümininin çocuklarısınız ve üstünüz başınızda bir şey yok diyorlar ve bizi kınıyorlar. En azından beyaz renkli bir giysimiz olmalı. ” ve ardından ağlamaya başladılar.

Ömer, kızlarına bakar ve bu duruma dayanamaz.  Hazine işlerine bakan adamı çağırarır.

Ömer: Bana bir aylık peşin avans ver.

Adam: Ey Müminlerin Emiri, Beytü’ l maldan aylığını hak etmeden alıyorsun. Bir ay daha yaşayacağından emin misin ki? Bir aylık peşin istiyorsun.

Ömer hayret eder ve duraklar.
Ömer: Ey insan, senin söylediğin çok yerindedir. Allah’ın bereketi üzerine olsun.

Daha sonra kızlarına dönerek, kızlarının isteklerinden vazgeçmelerini ve nefislerine hâkim olmalarını ister.  Hemen ardından neden böyle dediğinin açıklamasını şu şekilde ifade eder; cennete girmek o kadar kolay bir iş değildir.

………………………

Hikâyenin son demlerine gelirken, aklımdaki düşünce dalgaları beni “Cennet ucuz değil cehennem dahi lüzumsuz değildir.” cümlesinin sahillerine savuruyor. Evet, Üstat Bediüzzaman hazretleri ne güzel demiş, öyle değil mi? Yerinde ve çok hakikatli bir cümle. Fedakârlık ve İhlas ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi.


Nasip oldukça ilerleyen haftalarda Ömer Bin Abdulaziz gibi daha nice şahsiyetleri de hikâyeleriyle birlikte kalemime konu olarak alacağım. Değerlerimizin farkına varıp gün yüzünü aydınlatma zamanı geldi ve geçiyor, bence…

VEFA



Vefâ, en zorlu hava şartları altında bile yetişen güllerdendir. Onu düşmanlık atmosferi altında görmek imkansızdır. Kin, nefret ve kıskançlık gibi duygular ise vefânın baş düşmanlarıdır. Vefa, sevgi bahçesinde boy atan bir güle benzer. Vefâyı, insanın gönlüyle bütünleşmesi şeklinde tarif edenler de olmuştur. Doğrusu, kalbî ve ruhî hayatı olmayanlarda vefâdan bahsetmek kolay değildir. Vefâ kelimesi sözünü yerine getirme, sözünde durma, borcunu ödeme; sevgi, bağlılık ve dostlukta sebat; yetme ve yetişme; güzel ve yüce ahlâk anlamlarında sözlüklerde yerini almıştır. Kısacası aldatma ve hıyanetin zıddı anlamına gelmektedir.

Vefa kelimesi, insanın gönlüyle bütünleşmesi şeklinde tarif edenler de olmuştur. Bu cümle o kadar net ki, buna en güzel örnek yaşlı bir amcanın hikayesidir. Bu kelimeyi duyduğum zaman aklıma hep aynı hikaye gelmekte ve gözlerimin önünde film şeridi yavaş yavaş geçmeye başlar.

Bir gün, yaşlı bir amca sokakta yürüyorken karşısından gelen bisikletli amcaya çarpar ve hafif şekilde yaralanmasına sebep olur. Olayı gören gençler amcanın yardımına koşar ve hastaneye götürürler. Hemşireler, röntgen çekerek her hangi bir kırık veya çatlak olup olmadığını anlamaya çalışırlar. Röntgen çekmek istedikleri söylediklerinde yaşlı amca huzursuzlanır ve “acelesi olduğunu, röntgen istemediğini” dile getirir.

Hemşireler merakla acelesinin nedenini sormaya çalışırken yaşlı amca uzandığı sedyeden doğrularak “Eşim huzur evinde kalıyor. Her sabah birlikte kahvaltı etmeye giderim, gecikmek istemiyorum” diye söyler. Hemşire “Eşinize haber iletir gecikeceğinizi söyleriz” deyince.

Yaşlı adam üzgün ve gözleri dolu halde hemşireye bakarak şöyle der:

“Ne yazık ki karım Alzheimer hastası ve hiç bir şey anlamıyor, hatta benim kim olduğumu dahi bilmiyor.”

Hemşire hayretle:

“Madem sizin kim olduğunuzu bilmiyor, neden her gün onunla kahvaltı yapmak için koşuşturuyorsunuz?” diye sorarlar.

Yaşlı amca cevap verir: “Ben onun kim olduğunu biliyorum.”

Vefa kelimesinin anlamı ancak bu kadar güzel doldurulabilir. Hikaye de vefalı bir insanın nasıl olması gerektiği açıkça anlaşılmaktadır. Günümüzde vefalı insanlara rastlamak çok zordur bunu da geçtim vefa kavramının kaldığından bile şüphelenir oldum. Sözlerime değerli üstatlardan birinin sözüyle kapatıyorum;

“ Yaşam gülmeyi, sevgi hak etmeyi, vefa unutmamayı, dostluk sadık kalmayı bilenler içindir. “

Rabbim sadık kalmayı bilen vefâlı dostlarından eylesin ve o güzel dostlara selâm olsun!..

NEFİS



Hadi bir topluluk hayal edelim!

Nefis yolculuğunun manasını anlayabilmek için…

Topluluğumuz deniz yolculuğu için bir bineğe biniyor ve yolculukları başlıyor. Yolda uzaklarda bir karartı görürler ve zaman geçtikçe o karartıya iyice yaklaşırlar. Evet, bu bir adadır. İstişare sonucunda adada ihtiyaçlarını gidermek için mola vermeye karar verirler. Kıyıya yaklaşırken kaptan, yolcuları yavaş yavaş karaya inmek için hazırlanırlar. Yolcular adaya ayak basarlar. Kaptan kamarasından dışarı çıkar ve yolculara dikkatlice bakar. Onları karınca sürüsü gibi bir o yana bir bu yana doğru hızlıca dağıldıklarını görünce, gemi kaptanı vakit kaybetmemek için, “ Fazla zamanımız yoktur, lüzumlu olan abdest ve namaz dışındaki işlerle meşgul olmayın. Çünkü gemimiz yola devam edecektir.” diye anons yaptırır. Fakat yolcular buna hiç aldırış etmeden adanın içlerine doğru ilerlemeye başlar. Rastgele yerlerinde gezinip dağılırlar. Aklı başında olan yolcular, fazla zaman kaybetmemek için hemen abdest alıp gemiye dönmeyi tercih ederler, yerlerin müsait olduğunu görünce en güzel, en temiz yerleri tespit ederek yerleştiler.

Burası hikâyemizin ilk kısmıdır. İlk olarak gemiye gelip binen yolcular asıl takva sahibi-Nefislerine kanmayıp yanılmayanlar-müminlerdir.

Yolcuların kimisi de, bu adanın ilginç yerlerine kapıldığı gibi başını alıp ilerlediler. Adanın iç kesimlerimde gördükleri güzel ağaç ve bahçelerinde bağdaş kurup eğlenmeye koyulurlar. Güzel kuş sesleri kendilerinden geçmeyi sağladı ve rengârenk taşların cazibesine kapılıp oldukları yerde kaldılar. Gemiye döndüklerinde müsait yer bulamadıkları için en dar ve karanlık kuytu yerlerde oturmaya mecbur kaldılar.

İkinci kısmımızdaki insanlar, günahkâr olup inançlarını korumuşlar. Fakat dünya cazibesinden kendilerini alamamışlar. Kimisi dünya zenginlikleri ve nimetlerinin cazibesine kapılmış.
Kimileri de eğlence ve gezmeyle yetinmeyip adada bulunan, rengârenk taşları alıp boyunlarına takarlar. Gösteriş büyüsüne kapılırlar. Bir veya iki gün geçmeden o taşların rengi de ömrümüz gibi solup kararmaya başlar ve kötü koku etrafa yayar. Gemiye binerken, izdihamdan dolayı taşları boyunlarından çıkarıp atmaya imkân da bulamazlar ve yanlarında sadece taşları taşımanın vermiş olduğu hamallıkla kalır.

Buradaki insan grubu ise fakirlik ve ihtiyaç içinde olmasına rağmen, dünya cazibesine kapılıp günahları çoğalmış, kir ve pislikleri giderek artmıştır.

Bunların bir kısmı da adanın güzelliklerine takılıp, ayrılamazlar ve gemi yol almaya başladığındaysa bulundukları yerde kalmışlardır. Çünkü onları çağıran sese kulak vermemişler ve eğlenceye dalmışlardır. Sonuçta yırtıcı ve vahşi hayvanlara yem olmaya mahkûm kalmışlardır.

Gemiyi kaçırarak helak olanlar ise kâfir ve müşrik kimselerdir. Onlar, yaratıcı olan Allah’ı ve ahiret hayatını unutmuş ve gaflete düşerek tamamen dünya cazibesine kapılmışlar.


Rabbim doğru yoldan şaşırtmasın…

GÜMÜŞHANE’ NİN KURTULUŞU


19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğuna bağlı bir sancaktı. Doğu Karadeniz'in iç kesimlerinde yer alan Gümüşhane Sancağı kuzeyde Trabzon merkez vilayeti, doğuda ve güneyde Erzurum vilayeti, batıda Sivas vilayeti ile çevriliydi. Bu dönemde Gümüşhane halkı yaşamını rahat bir şekilde sürdürmekteydi. Ancak bölgede yaşanan yoğun savaşlar dolayısıyla karmaşa ve tedirginlik içerisine giren halk madenlere gerektiği kadar önemi veremedi. Yöre halkı madenleri iyi bir şekilde işletemediklerini düşünerek Gümüşhane’den göç etmeye başladılar. Böylece şehirde nüfus azalmaya başladı.

Osmanlı-Rus savaşlarının başlangıcı 1829 ve 1877-1878 senelerinde gerçekleştirilmiştir. Savaşların başlangıç sebebi ise Lehistan'da kral ile soylular arasında çıkan bir anlaşmazlıktı. Rus Çariçesi II. Katerina Lehistan'ı parçalamak amacıyla Lehistan'ın iç işlerine karışıyordu. Kralı soylulara karşı desteklemek amacıyla bölgeye Kazak Rus askerlerini gönderdi. Askerler Osmanlı Devleti sınırları içindeki Balta kentine girerek katliam yaptılar. Osmanlı padişahı III. Mustafa bu durumu protesto ederek 25 Eylül 1768 tarihinde Rusya'ya savaş açtı. 7 Temmuz 1916 tarihlerinde Rusların Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz'de yaptıkları işgaller halkı göç etmeye zorladı.

16 Temmuz 1916'da Bayburt'u ele geçiren Ruslar duraklamadan yollarına devam ettiler.

20 Temmuz 1916 gecesinde ise Gümüşhane’ye girerek bölgeyi işgal etmişlerdi. Birliklerimiz fazla karşı koyamayınca Ruslar aynı gün içerisinde Torul'a girmişlerdi. Böylece Trabzon yolu tamamen Ruslara açılmış oldu.

22 Temmuz 1916 günü Kelkit üzerine yürüyen Rus ordusu akşama doğru burayı da ele geçirdi. Gümüşhane’nin sonrasında Trabzon da Rusların eline geçmiş bulunmaktaydı. Artık hem Gümüşhane, hem de çevre il ve ilçeler, işgaller karşısında zor durumda olmalarının yanında birde Ermeni zulmü ile başa çıkmaya çalışıyorlardı.

1917 Sovyet devrimi, tarihin ilk başarılı işçi devrimi olarak tarihe geçmiştir. 6-7 Kasım 1917 gecesi Rusya’da gerçekleştirildi. Bunun sonucunda Rusya sallanmaya ve iç çalkantılar yaşamaya başladı. Bu sebeple Ruslar kendi iç meseleleriyle uğraşmak zorunda kaldı.

18 Aralık 1917'de Erzincan Mütarekesi'ni imzalamış hemen akabinde işgal ettikleri toprakları boşaltmaya başlamışlardı. Bu geri çekilme esnasında ellerindeki mevcut silahları Ermeni askerlerine teslim ederek onları da yerlerine varis olarak bırakıyorlardı. Cepheden bu gibi haberlerin alınması Vehip Paşa için büyük bir endişe kaynağı olmuştu. Bütün bu belirsizlikleri ortadan kaldırıp, Rus ordusunun gerçek harekatı hakkında etraflı bilgi toplayabilmek ve alınan haberlerin doğru olup olmadığını öğrenebilmek için bölgeye casus göndermeyi planlamıştı. Casusların vasıtasıyla aldığı bilgiye göre; cephedeki Rus asker ve subaylarının artık harp işleriyle meşguliyetten ziyade sulh işleriyle uğraştıklarını ve kesin sulh için çalıştıklarını diğer yandan Rus askerinin bu fikirde olmasına rağmen Ermeni asıllı olan askerlerin bu fıkirde olmadıklarını başka emeller peşinde olduklarını öğrenmişti.

Erzincan Mütarekesi Kafkas cephesinde harbine son vermişse de, mütarekeden sonra cephedeki olaylar çok daha farklı boyutlarda gelişmiş ve Türk-Ermeni mücadelesinin temellerinin atılmasına sebep olmuştu. Mütareke için kurulan hayaller kısa zamanda bir kabusa dönüşmüştü. İşgal edilen vilayetlerimiz sıcak savaş sayesinde düşman işgalinden kurtarılabilmiştir.

14 Şubat 1918'de Torul Rus işgalinden kurtarılmıştır.
15 Şubat 1918’de Gümüşhane Rus işgalinden kurtarılmıştır.
17 Şubat 1918'de Kelkit Rus işgalinden kurtarılmıştır.

GENÇLİĞİN DİRİLİŞİNE DAİR


Günümüz gençliğini birde benim kalemimden dinlemeye ne dersiniz?

Bu yazımda bulunduğumuz çağın gençliğine geniş bir açıdan bakalım. Hayat amacı olmayan, üşengeç ve mücadele ruhunu kaybetmiş bir nesille karşı karşıyayız. Genel izlenimim bu yöndedir tabi ki bu bahsedilenlerin aksine hayat amacı olan gençlerimiz de bulunmaktadır. Ama sayısı ilk bahsettiğime kıyasla daha azdır. Bu engelleyici bir faktör değildir. Bu azınlık bir tarih yazmaya muktedir. Tarih gerekeni yapan insanların başarı öyküleriyle her zaman yazılmıştır ve yazılacaktır.
Hayat amacı; insanın kendini kaybettiği, yolunu bulamadığı ve derin ıssız kuyulara düştüğü zaman yolunu bulmasına yarayan yol gösteren bir ışıktır. O ıssız kuyuda kafanı kaldırdığın zaman o ışığı görürsün ve ona yönelirsin. Hedefine ulaşmayı sağlayan yol göstericindir. Gözlerin parlamaya başlar. İşte hayat amacı kısaca insanın gözünü aydınlatır.

İnsanoğlunun en büyük problemidir; üşengeçlik. Kendimizde bir türlü bulamadığımız enerjinin bulunamayış sebebidir. Konuşmaya gelince herkes fikrini söyler; “ Böyle yapalım, şöyle yapalım, böyle olsun vs…” Herkes adeta birer danışman edasıyla fikrini ortaya koyar. Belki niyeti halistir, fikirlerini ortaya koyar. Bizim en büyük problemimiz harekete geçmek. Bizler düşüncelerin önüne geçememiş fikirsel çatışmaların içinde kaybolup giden bir gençliğiz. Ne zaman ki birileri bunun farkına varıp bir adım öteye geçerse başarıya ulaşır. Fikrine hayat katar, can katar ve ruh katar. Benim her zaman dediğim gibi ev yapmak fikirdir ama bitirmek projedir. Fikirden bir adım öteye geçtiğimiz zaman projemiz tamamlanıyor. Bunu yapalım, “şunu yapalım ve böyle yapalım” diye diye zaman geçiriyoruz. Peki, neden kendimizi harekete geçirecek bu enerjiye bir türlü sahip olamıyoruz? Burada gençlik olarak kendimizi sorguya çekmeliyiz… Biz daha ne kadar bu üşengeçliğin uşağı olacağız!

Şimdi sıra mücadele ruhuna geldi. Bu bahsettiklerimin her biri gençlik için olmazsa olmazlardandır. Bizler çok başarılı, çok bilgili, çok ileri görüşlü, çok çok çok… her şey olabiliriz. Fakat mücadele ruhumuz yoksa tabiri caizse biz hiçizdir. En ufak zorlukta hedefinden vazgeçen ve kendini intihar yoluna atan bir kuldan başkası değilizdir. Öte tarafta ilkokul mezunu olun, başarısız biri olun, bilgisiz biri olun ama mücadele ruhu olan biriyseniz dünyayı sallamaya yetecek güce sahipsinizdir. Yaşınız ne olursa olsun hala koşmaya devam edersiniz.

Gençliğin dirilişine şahit ve gençliğe yol gösteren bir ışık olmak istiyorum. Edebiyat çınarlarımızdan Mehmet Akif Ersoy’da “Asım’ın Nesli“ ne ise Necip Fazıl’da “Büyük Doğu” ne ise, üstat Sezai Karakoç’da da “Diriliş Nesli“ odur. Gün geldi artık diriliş neslinin ayağa kalkma vakti geldi de geçiyor. Özüne ve inancına sadık tam bir anadolu çocuğu olarak araştırıp, sorgulayan, öğrenen, söylenenleri yorumlayan ve körü körüne bağlanmayan bir gençlik geliyor.


Doğruluktan ölüm de olsa yine ayrılmayan, sadık olan o diriliş nesline selam olsun…

DÜNYAYI YÖNETENLER


Kağıt, kalem ve mürekkep yüzyıllar öncesi dönemlerde Osmanlı toplumunda özenle kullanılmış ve saygıya layık nesneler olarak kabul görmüşlerdir. İlk olarak “Oku” emriyle(ikra) başlayan bir dine inanan Osmanlı toplumunun okumanın gerçekleştirilebilmesi için gerekli olan kalem, kağıt ve mürekkebe değer vermemesi beklenemezdi.

            Kağıt, beyaz, pürüzsüz, parlak ve görkemli bir zemine sahip boş bir tarla gibidir. Kelimeler ve cümleler üzerinde ahenk ile dans ederken tıpkı buz pistinde dans ederek kayan patenistlere benzer, buz pistine anlam ve mana yükler. Kağıt, kendisine emanet edilen yazının değeri kadar değerlidir. Kağıt yazıdan önce, sadece boş bir kağıtken, yazıdan sonra, name olur, mektup olur, kitap olur ve dünya olur.

Mürekkep, kağıtta mayalanması bir emek ve süreç ister. Bu beyaz kağıt denen malzeme öyle bir şey ki, mürekkeple dilediğin gibi doldurabilirsin.     “George Gordon Byron” ın ifade ettiği gibi bir damla mürekkep bir milyon kişiyi düşündürebilir. Daha geniş kitlelere hitap etmeye başladıkça, ne büyük sorumluluk aldığımızı fark ederiz.

            Kalem, mürekkep olup kağıdın üzerinde anlamlı konuşmalar yapmaya başlar. Kalem ve kağıdın muhabbetinden, kitaplar ortaya çıkar. Bu kitaplar kimini hiç gitmediği diyarlara açılmak için yanıp tutuşturur, kimini kendi dünyasına hapseder. Öyle kuvvetlidir ki, kalemi elinde tutan, kılıç sallayan misali, adam da kesebilir, çiçekler uzatıp gönül alabilir. Kalemi tutan kişi okuyucuları etkilemesi kolaydır. Dünyadaki en güçlü silah kalemdir. Düşünce kalem ile kağıda aktarılır ve o düşünce kağıt sayesinde milyonlarca kişiye ulaştırılır. İmparatorluklar bile kılıçla kurulur ama kalemle sonlandırılır.

 “James Howell” ın ifadesiyle dünyayı yönetenler kağıt, kalem ve mürekkeptir. Ne denli büyük bir öneme sahip olduğunu açıkça dile getirdim. Geçmiş dönemlerde kaleme, kağıda ve mürekkebe velhasıl kitaba verilen değerin bugün de verilmesi dileğiyle…

Sürdürülebilir Geleceğin Yeni Aktörü

Sivil toplum kuruluşları artık klasik yaklaşımların ötesine geçmelidir. Artık yeni geleceğin paradigması olacak kavramı ortaya çıkarıyorum; ...