4 Temmuz 2025 Cuma

Sürdürülebilir Geleceğin Yeni Aktörü

Sivil toplum kuruluşları artık klasik yaklaşımların ötesine geçmelidir. Artık yeni geleceğin paradigması olacak kavramı ortaya çıkarıyorum; Yeşil STK modeli çevresel sorunlara dikkat çekmekle yetinmeyip çözümün aktif bir parçası olmayı hedefleyecektir. Bu yeni nesil STK'lar teknolojiyi sadece bir araç olarak değil dönüşümün itici gücü olarak görecektir. Karbon ayak izini azaltmak, kaynakları verimli kullanmak ve çevre dostu finansman modelleri geliştirmek onların temel öncelikleri arasında yer alacaktır.

Teknoloji entegrasyonu Yeşil STK'ların en önemli ayırt edici özelliklerinden biri olacaktır. IoT sensörleriyle projelerin çevresel etkileri anlık olarak izlenebilir. Yapay zeka destekli sistemler sayesinde elektrik ve su tüketimi optimize edilebilir. Blokzincir teknolojisi şeffaf bağış sistemleri kurulmasını sağlarken mobil uygulamalar gönüllü katılımını kolaylaştırabilir. Sanal gerçeklik teknolojileri ise eğitim ve farkındalık çalışmalarında yeni ufuklar açacaktır.

Finansman modellerinde de köklü değişiklikler dikkat çekecektir. Klasik hibe modellerinin yerini döngüsel ekonomi temelli projeler alacak. Atık dönüşümü ve enerji verimliliği uygulamalarıyla gelir elde ediliyor bu gelirler sosyal projelere aktarılmış olacaktır. Yeşil sponsorluklar kapsamında belirli bağış miktarlarına karşılık ağaç dikimi veya doğal alan restorasyonu yapılacaktır. Tüm projelerde ESG kriterleri ve Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları temel alınacaktır.

Çevresel etkileri telafi etmek Yeşil STK'ların temel ilkelerinden biri olacaktır. Karbon nötr olmakla yetinmeyip ağaçlandırma çalışmalarıyla net pozitif etki yaratmayı hedefleyecektir. Ofis kaynaklı emisyonlar aylık olarak hesaplanıyor ve buna denk ağaçlandırma çalışmaları yapılacak. Yeşil bina standartlarına uygun ofislerde enerji verimliliği ve su tasarrufu ön planda tutulacaktır. Çalışanların çevresel etkisini azaltmak için elektrikli veya bisikletli ulaşım uygulamaları kullanması teşvik edilecektir.

Toplumsal dönüşümde aktif rol oynayan Yeşil STK'lar karar alma süreçlerinde kadınların, gençlerin ve kırsal kesimlerin katılımını sağlanacaktır. Dijital içeriklerle çevre bilinci oluşturmaya yönelik eğitim programları hazırlanacak. Kamu kurumlarına sürdürülebilirlik politikaları konusunda veri temelli öneriler sunulacaktır. Örnek bir Yeşil STK'nın yıllık eylem planında; enerji tüketimini %30 azaltmak, sanal ofisle kağıt kullanımını sıfırlamak, elektrikli araçlarla lojistik sağlamak ve kompost üretim eğitimleri dikkat çekecektir.

Yeşil STK'lar ilkesel kurallarıyla da fark yaratıyor olacak. Fosil yakıt kullanımı yapan şirketlerden bağış kabul etmemek onların kırmızı çizgileri arasında yer alacaktır. Yıllık "ekolojik bilanço" yayınlayarak ne kadar CO₂ salındığını ve ne kadarının telafi edildiğini şeffaf şekilde paylaşıyor olacaklar. Karar alma süreçlerinde iklim uzmanlarına oy hakkı tanıyan yatay örgütlenme modelini benimseyecektir.

Bu yeni model STK'ları "sorun çözen" değil "örnek olan" kurumlar haline getirmeyi amaçlamaktadır. Artık duvarlara "Dünyayı Kurtarıyoruz" yazmak yetmiyor önce kendi enerji kaynaklarını değiştirmeleri gerekecek. Yeşil STK'lar teknolojik yenilik, sosyal adalet ve ekolojik sorumluluk arasında köprü kurarak geleceğin sivil toplum modelini şekillendirecektir. Hem çevreye hem topluma hem de yönetişim anlayışına bütüncül bir yaklaşım getiren bu model sürdürülebilir bir gelecek inşasında kilit rol oynayacaktır.

22 Haziran 2025 Pazar

Merhametin İnceliği

 

Eşref-i mahlûkat olan insan dünya sahnesine çıktığı andan itibaren ölüm perdesine kadar sayısız olay yaşar. Bu olaylar iç aleminde çeşitli duyguların filizlenmesine sebep olur. Kimi zaman bir çiçek gibi narin kimi zaman bir ağaç gibi köklü kimi zaman da kurumuş bir yaprak gibi geçici... Duygular da tıpkı insan gibi doğar, büyür ve ölür. Aynı duygular tekrar tekrar yaşandıkça, zamanla sıradanlaşır, etkisi azalır.

İnsanoğlu fıtratı gereği merhametlidir. Ancak bu doğasını kaybetmemiş olanlar için geçerlidir. Merhamet güler yüz demektir. Merhametin yanında getirdiği en belirgin duygulardan biri de acımadır. Bir insana veya bir olaya karşı içinizde acıma hissi uyandığında aslında ruhunuzun derinliklerindeki duygu tonunun yüzeye çıktığını görürsünüz. Bu duyguya hangi pencereden baktığınız acımanın niteliğini de değiştirir.

İçimizdeki bu duygu sayesinde insanlara hak ettikleri değeri veririz. İnsanoğlu dünyadaki en şanslı varlıktır ve bu şanına yakışır bir değer görmelidir. Nasıl görmesin ki? Biz yaratılanı Yaradan’dan ötürü severiz. Mevla’nın yarattığı her varlık bir değer taşır. Onlara hak ettikleri değeri verdiğimizde zamanla toplumda örnek alınacak insanlar haline geliriz.

Fakat unutmamak gerekir ki her insan hayatının bir noktasında acınacak hale düşebilir. "Ben düşmem..." demeyin. Bu dünya nice "yapmam" dediklerimizi yaptırmadı mı bize? "Olmaz" dediğimiz şeyler olmadı mı?

Acımak, bazen bir şefkat eli bazen de kibrin gölgesi olabilir. Gerçek merhamet acıdığımız kişiyi küçük görmeden onu anlamaya çalışmaktır. Yoksa acımak bazen farkında olmadan kendimizi üstün görmenin bir aracına dönüşebilir.

Bir gün siz de yardıma muhtaç duruma düşerseniz size nasıl davranılmasını istersiniz? Acınarak mı, yoksa saygıyla mı?

Belki de gerçek merhamet, acımak değil, anlamaktır.


12 Haziran 2025 Perşembe

Annenin Son Mektubu

 

Bir Gözünü Feda Eden Sevginin Hikayesi…

 

İnsanoğlu ne garip bir varlık... En değerli hazinesi ayaklarının altındayken onu fark etmez. Tıpkı bu hikayedeki evlat gibi.

Bir çocuk varmış annesini sevmezmiş. Sebebi mi? Annesinin tek gözü olmasıymış. "İnsan annesini böyle bir sebeple sevmez mi?" diye soracak olursanız işte kalpteki nankörlük bazen böyle körleştirir insanı.

Babası erken vefat etmiş. Anne oğluna bakabilmek için onun okulunun kantininde çalışmaya başlamış. Ama oğlu utandığı için tembihlemiş:

Kimseye annem olduğunu söyleme…

Bir gün kantinde "Ahmet!" diye seslenmiş kadın. Ertesi gün arkadaşları alay etmiş:

Hafize Teyze senin annen mi?

Çocuk yerin dibine geçmiş. Utancından evden kaçmış Singapur’a gitmiş. Okumuş, evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış.

67 yaşına geldiğinde bir gün kapısı çalınmış. Dışarıda tek gözlü bir kadın duruyormuş. Torunları korkup içeri kaçmış. Adam öfkeyle çıkmış:

"Sen buraya kadar gelir miydin? Çocuklarımı korkuttun…" diye bağırmış.

Kadıncağız "Yanlış adrese gelmişim…" deyip gitmiş.

Zaman geçmiş Türkiye’den mezunlar daveti gelmiş. Gezerken bir tanıdık çıkagelmiş:

Annen vefat etti.

Adam umursamamış: "Hayattayken değeri yoktu, ölüsü mü değerli olacak?"

Ama sonra bir mektup uzatmışlar: "Annenin sana son sözleri..."

Mektupta şunlar yazıyormuş:

"Sevgili oğlum,

Sen hayatımdaki en değerli varlığımdın. Singapur’a gelip seni ve torunlarımı korkuttuğum için özür dilerim. Allah’a her gün “Dünya gözüyle bir kez daha göreyim” diye yalvardım.

Biliyor musun? Küçükken geçirdiğin kazada bir gözünü kaybetmiştin. Bir anne olarak “Tek gözle yaşamasın” diye sana kendi gözümü verdim. Seni sonsuza dek sevecek olan...

Annen"

Adam mektubu okuyunca yıkılmış. "Anneciğim, ne yaptın böyle?" diye ağlamış. 

Çünkü anneler gözünü verir, ömrünü verir, sessizce gider...

11 Haziran 2025 Çarşamba

Cennetin Kokusu

 

Sınıfın camlarından süzülen güneş öğretmenin yüzüne vuruyordu. Çocuklara cenneti anlatırken sesi yumuşacık titriyordu:

Cennetin toprağı öyle güzel kokar ki miskten daha latiftir...

Bir anda küçük bir el havaya kalktı.

Öğretmenim, bizim mutfakta ondan var…

Sınıfta kısık kısık gülüşmeler yükseldi. Öğretmen şaşkınlıkla gülümseyerek:

Yavrum, cennetin toprağı bildiğin topraklara benzemez ki...

Ama çocuk ısrarla:

Ama bizde var işte…

Öğretmen bu sefer meraklandı. Belki de çocuğun masum zihninde cennet bambaşka bir yerdi.

Peki dedi, Yarın getir de görelim. Eğer gerçekten cennetin toprağıysa, sana bir sürprizim olacak.

Ertesi sabah çocuk nefes nefese sınıfa girdi. Cebinden çıkardığı mendili öğretmenin masasına bıraktı. İçinde bir tutam toprak vardı. Öğretmen mendili açınca hafifçe buruştu:

Evladım, bu sıradan bir toprak...

Çocuğun gözleri birden parladı:

Öğretmenim, bu toprak, annemin her sabah seccadesini serdiği yerden… Dedem hep söyler: 'Evladım, bir annenin secde ettiği yer, cennetin bir köşesidir' diye...

Öğretmenin nefesi kesildi. Birden yıllar önce dinlediği bir hadis düştü aklına: "Cennet annelerin ayakları altındadır."

O küçük çocuk koca bir hakikati avucunun içinde getirmişti. Öğretmenin gözleri doldu. Çocuğa sarılmamak için kendini zor tuttu.

İşte hakikat bu kadar basitti aslında…

Cennet, annemizin her sabah kalkıp bize kahvaltı hazırlarken bastığı mutfak zeminiydi.
Cennet, hastalandığımızda başucumuzda beklerken üzerine bastığı o eski kilimdi.
Cennet, dualarımıza "amin" dediği o mübarek ağzıydı.

O gün öğretmen not defterinin kenarına bir cümle yazdı:

Asıl ders alması gereken bendim. Bir çocuğun saf yüreği bana cennetin gerçek adresini gösterdi.

Ve o günden sonra her anneler gününde öğrencilerine bir avuç toprak hediye etti. Üzerinde tek bir cümle yazılıydı:

Cennetin postaladığı en güzel mektup, annedir.


28 Mayıs 2025 Çarşamba

Yalan Dünya

Genç bir dervişin yolu bir gün çöle düşer. Kavurucu güneşin altında yürürken içten içe sitem etmeye başlar. Ne hayatın zorluklarına ne de dünyanın geçiciliğine dair bir çözüm bulabilmektedir. Tam bu sırada kulağına gizemli bir ses gelir. Derviş şaşkınlıkla arkasına döner ve o an ne görsün? Kendisine doğru hızla yaklaşan bir aslan! Korkuya kapılır yüreği yerinden çıkacak gibi olur. Can havliyle kaçmaya başlar.

Koşarken ileride bir kuyu görür. Kurtuluş ümidiyle o yöne yönelir ve kuyunun kenarındaki ağaca bağlı bir ipe sarılarak kendini aşağıya bırakır. Fakat kuyunun derinliklerine indikçe içine bir huzursuzluk çöker. Aşağıya doğru baktığında kuyunun dibinin yılanlar ve akreplerle dolu olduğunu fark eder. Genç derviş bir an durur düşüncelere dalar:

“Yukarı çıksam aslan var, beni parçalayacak. Aşağı insem, yılanlar ve akrepler var zehirlenip öleceğim. Ne yapmalıyım?”

Tam bu sırada ipi tutunduğu yerden kemirmeye başlayan iki fare dikkatini çeker: biri siyah diğeri beyaz. Zamanın sembolü gibi gece ve gündüz… Sessizce ipi zayıflatmaktadırlar. Derviş artık çaresizliğin en derininde salınırken ağacın dalındaki bir bal kovanından birkaç damla bal başına damlar. Refleksle elini uzatır ve parmaklarına damlayan balı tadar.

“Gerçekten bal bu…” der içinden. O tat bir an için tüm korkusunu unutturur. Gözlerini kapatır ve damağında kalan o lezzetin huzurunu hisseder… Ve o an birden uyanır.

Rüyaymış…

Derin bir nefes alır. Gördüklerinin anlamını öğrenmek için vakit kaybetmeden bir evliyanın huzuruna varır. Rüyasını detaylarıyla anlatır ve sonunda sorar:

“Rüyamın yorumu nedir?”

Evliya gülümseyerek cevap verir:

“Anlamadın mı hala gördüklerini?”

“Peşinden gelen aslan ölüm meleği Azrail’dir.

Kuyunun dibi seni bekleyen kabir hayatıdır.

Sarıldığın ip ömründür.

Onu kemiren siyah ve beyaz fareler ise gece ve gündüzdür; ömrünü yavaş yavaş tüketirler.
Ve o bal… işte o bal dünyanın geçici lezzetidir. O tat sana ölümü ve ahireti unutturur.”

Derviş başını eğer. Kalbine bir hakikat çöker.

Hayat, o an başka bir boyut kazanır onun için. Çünkü anlamıştır artık…

Dünya, bir rüyadan ibarettir.

Ve bal ne kadar tatlı olsa da geride bekleyen gerçeklik çok daha derindir.


24 Mayıs 2025 Cumartesi

Son Bakışın Hatırası

 

Pencereden süzülen güneş ışığı yüzüne vururken Kerem zamanın nasıl da hızla aktığını düşünüyordu. Üniversitenin son yılına girmişti ve bu düşünce bile tuhaf bir hüzünle karışık heyecan uyandırıyordu içinde. Otobüsün camına yaslanmış ve İstanbul'un gürültüsünden uzaklaşıp Balıkesir'in dinginliğine doğru yol alırken hayatının en önemli karşılaşmasına hazırlıksızdı.

Bursa otogarına yaklaşırken trafik sıkışmıştı. Şoför mola vereceklerini anons ettiğinde Kerem gözlerini orta kapının yanındaki koltuğa doğru çevirdi. O anda gördüğü manzara hayatının geri kalanında hafızasına kazınacaktı: Sarı saçları omuzlarına dökülen, yeşil gözlerinde derin bir hüzün taşıyan genç bir kız yanındaki koltuğa yerleşiyordu. Kızın zarif hareketleri ve düşünceli bakışları Kerem'i büyülemişti. Farkında olmadan ona bakakaldığı o an kız da başını çevirip gözlerini Kerem'in gözlerine dikti. İki yabancı arasındaki bu elektrik yüklü bakışma sadece birkaç saniye sürdü ama Kerem için sonsuzluk kadar uzun geldi.

Balıkesir otogarına vardıklarında Kerem yorgunluktan uyuyakalmıştı. Aniden duyulan fren sesiyle irkildiğinde ilk işi yanındaki koltuğa bakmak oldu. Boştu. Panikle valizini kapıp dışarı fırladı. Kalabalıkta gözleri tam minibüse binen o sarışın kızı aradı. Ve sonunda onu gördü yeşil gözleri hâlâ zihninde canlıydı. "Dur!" diye bağırdı ama sesi trafiğin gürültüsünde kayboldu. Minibüs uzaklaşırken Kerem dizlerinin üzerine çökmüş ve nefes nefese kalmıştı. İçinden bir ses "İlk defa birinden böyle etkilendim ve onu kaybettim..." diyordu.

Ertesi hafta üniversiteye döndüğünde kampüs otobüsüne binerken aklı hâlâ o yeşil gözlerdeydi. Enes'le sohbet ederken gözleri aniden camdan dışarıya kaydı. Kırmızı körüklü otobüsün arka penceresinde tam da o anda dışarı bakan o gözleri gördü. İkisi de donup kaldı. Otobüsler ayrılırken bile bakışlarını ayıramadılar.

"Kimdi o?" diye sordu Enes merakla.

"Bilmiyorum," diye mırıldandı Kerem ama kalbi deli gibi çarpıyordu.

Bir ay boyunca kampüsün her köşesinde o gözleri aradı. Her sarışın kız gördüğünde kalbi hızlanıyor sonra hayal kırıklığına uğruyordu. Ta ki bir cumartesi günü alışveriş merkezindeki piyanonun başına oturup çalmaya başlayana kadar. Notalar parmaklarının altında canlanırken bir alkış sesi duydu. Başını kaldırdığında karşısında o yeşil gözleri gördü.

"Çok güzel çalıyorsunuz…" dedi kız, dudaklarında utangaç bir gülümsemeyle.

Kerem'in dili tutulmuştu. "Be-ben Kerem…" diye kekeledi.

"Ben de Dilara…" diye karşılık verdi kız ve o an ikisi de hayatlarının artık eskisi gibi olmayacağını hissettiler.

Aylar birlikte geçip gitti. Kütüphanede ders çalışıyor, şehir parklarında uzun yürüyüşler yapıyor ve küçük kafelerde saatlerce konuşuyorlardı. Kerem, Dilara'nın kitap okurken kaşlarını çatışını, en küçük şeylere bile heyecanlanışını ve geceleri yıldızlara bakarken gözlerinde parlayan ışığı seviyordu.

Ta ki o kara gün gelene kadar. Telefon çaldığında kardeşi Ali'nin hıçkırıklarını duydu:

"Abi... babamız... kalp krizi..."

Kerem'in dünyası başına yıkıldı. İstanbul'a koştu ve cenazeye yetişti. Babasının soğuk yüzüne son kez bakarken artık ailesinin tek dayanağının kendisi olduğunu anladı.

Balıkesir'e döndüğünde Dilara onu bekliyordu. Ama Kerem ona yük olmak istemedi. "Bitti…" dedi sesi titreyerek. "Bundan sonra... biz yokuz." Dilara'nın gözleri doldu ama Kerem arkasını dönüp gitti. Onu korumak için sevgisinden vazgeçmişti.

Aylar sonra Dilara televizyonda bir haber gördü. Ekranda Kerem'in fotoğrafı vardı. Elleri titreyerek odasına koştu Kerem'in yazdığı mektupları çıkardı. Son mektupta şunlar yazıyordu:

"Sevgili Dilara,

Seni sevdim. Belki de hayatımda ilk defa bu kadar saf, bu kadar gerçek bir şey hissettim. Ama hayat bana seni hak etmediğimi gösterdi. Babamın yokluğunda aileme bakmak zorundayım. Senin geleceğini mahvetmeye hakkım yok. Affet beni.

Her zaman senin olan, Kerem."

Dilara mektubu göğsüne bastırıp hıçkırarak ağladı…

 

"Gözlerindeki o son bakış, bir vedadan çok daha fazlasını taşıyordu. İçinde kaybolduğumuz bütün yarım kalmış hayallerimiz, hiç söyleyemediğimiz bütün kelimeler ve asla yaşayamayacağımız bütün o güneşli sabahlar vardı."

19 Mayıs 2025 Pazartesi

KABE'NİN GÖLGESİNDE BİR ÖMÜR

 

Boncuk gözlü, hilal kaşlı, kıvırcık saçlı ve ay yüzlü Meryem henüz dört yaşındayken hayatının en önemli anını yaşadı. İkindi vakti abisiyle oyun oynarken televizyondan yükselen ezan sesiyle irkildi. Ekranda Kabe imamı her milletten ve her tenden insanlara namaz kıldırıyordu. Kamera Kabe'ye yaklaştıkça minik yüreği heyecanla çarpmaya başladı.

"Abi o ne?" diye sordu titrek bir sesle, parmağıyla ekranı göstererek.

"O bizim kıblemiz güzel kardeşim. Adı Kabe'dir."

Bu sözlerle birlikte içini sıcacık bir duygu kapladı. "Neden etrafında dönüyorlar?" diye merakla sordu.

"Kâbe'nin etrafında tavaf ediyorlar. Allah'ın evini ziyaret ediyorlar."

"İnşallah biz de gideriz abi."

"İnşallah kardeşim."

O günden sonra Kabe Meryem'in kalbinde büyüyen bir aşka dönüştü. Boş vakitlerinde Mekke'nin sokaklarını ve tarihi yerlerini araştırıyordu. Daha hiç gitmediği halde orayı kendi evi gibi biliyordu.

Yıllar geçti ve Meryem büyüdü. Üniversitede mimarlık eğitimi aldı ve mezun olur olmaz bir proje ofisinde çalışmaya başladı. İlk maaşını aldığı gün çocukluk hayalini gerçekleştirmek için para biriktirmeye başladı. Bir yıl boyunca kıt kanaat geçinerek, her kuruşunu umre için ayırdı.

Nihayet beklenen gün geldi. Pasaport ve vize işlemlerini tamamladı ardından biletini aldı. Ailesi onu havaalanından dualarla uğurladı. Uçak kalkarken, pencereden İstanbul'un ışıklarına bakarken gözleri doldu. "Sonunda gidiyorum…" diye fısıldadı kendi kendine.

Mekke'ye ayak bastığında yılların özlemi bir anda gözyaşlarına dönüştü. Kabe'yi ilk gördüğü an tüm bedeni titredi. O muazzam siyah örtülü kubbe hayallerinde canlandırdığından çok daha heybetliydi. İlk tavafını yaparken her adımda yeni bir duygu keşfetti. Sanki tüm hayatı boyunca aradığı huzuru nihayet bulmuştu.

Ancak bu kutlu yolculuk beklenmedik bir imtihana dönüştü. Yola çıkmadan önce yakalandığı soğuk algınlığı zamanla Mekke'nin kavurucu sıcağında zatürreye dönüştü. Doktorlar dinlenmesini ve hatta acilen dönmesini söyledi. Ama Meryem; "Ben buraya ölmeye değil, yaşamaya geldim…" diyerek tavaf etmeye devam etti.

Her adımı acı veriyor ve nefes almak gittikçe zorlaşıyordu. Ama Kabe'nin etrafında dönerken tüm acılar unutuluyordu. Bir gün Mescid-i Haram'ın avlusunda yere yığıldı. Yanındakiler hemen hastaneye yetiştirdi.

Doktor muayenesinden sonra yüzleri asıktı: "Hastalığı zatürreye dönüşmüş. Ciğerleri çok zayıf düşmüş. Dinlenmesi gerekiyor."

Ama Meryem dinlemedi. Mekke ve Medine sokaklarında hasta haliyle gezmeye devam etti. Her gün biraz daha kötüleşiyor ama ibadetlerini asla aksatmıyordu. Arkadaşları onu ikna etmeye çalıştı:

"Lütfen kendine iyi bak. Geri dönmelisin."

"Benim için en büyük iyilik burada olmaktır…" diye yanıt verdi Meryem. Yüzündeki huzur dolu ifadesi herkesi şaşırtıyordu.

Dönüş vakti geldiğinde uçak İstanbul'a inerken gözleri hala kutsal topraklardaydı. Ailesine kavuştuğu anda yığılıp kaldı. Hastaneye kaldırıldığında durumu kritikti. Doktorlar annesini bir kenara çekti:

"Teyzeciğim, kızınızın ciğerleri bitmek üzere. Keşke daha erken getirseydiniz."

Annesi içten içe yıkıldı ama Meryem'e belli etmedi. Hastane odasında kızının başında beklerken Meryem elini tuttu:

"Anne, üzülme. Ben Rabbime kavuşuyorum. Kâbe'yi gördüm artık hiçbir şey için üzülmeye değmez."

41. günün şafağında kelime-i şehadet getirerek gözlerini kapadı. Dudaklarında son bir gülümseme vardı.

İmam cemaate dönüp şöyle dedi: "Kim Allah yolunda ölürse bilin ki o aslında diridir."

Meryem'in hikayesi orada bir efsaneye dönüştü. Kâbe'ye olan aşkı ölümün bile söndüremediği bir meşale oldu. Geride iman dolu bir ömür ve bitmeyen bir ilham bıraktı.

Sürdürülebilir Geleceğin Yeni Aktörü

Sivil toplum kuruluşları artık klasik yaklaşımların ötesine geçmelidir. Artık yeni geleceğin paradigması olacak kavramı ortaya çıkarıyorum; ...