4 Temmuz 2025 Cuma

Sürdürülebilir Geleceğin Yeni Aktörü

Sivil toplum kuruluşları artık klasik yaklaşımların ötesine geçmelidir. Artık yeni geleceğin paradigması olacak kavramı ortaya çıkarıyorum; Yeşil STK modeli çevresel sorunlara dikkat çekmekle yetinmeyip çözümün aktif bir parçası olmayı hedefleyecektir. Bu yeni nesil STK'lar teknolojiyi sadece bir araç olarak değil dönüşümün itici gücü olarak görecektir. Karbon ayak izini azaltmak, kaynakları verimli kullanmak ve çevre dostu finansman modelleri geliştirmek onların temel öncelikleri arasında yer alacaktır.

Teknoloji entegrasyonu Yeşil STK'ların en önemli ayırt edici özelliklerinden biri olacaktır. IoT sensörleriyle projelerin çevresel etkileri anlık olarak izlenebilir. Yapay zeka destekli sistemler sayesinde elektrik ve su tüketimi optimize edilebilir. Blokzincir teknolojisi şeffaf bağış sistemleri kurulmasını sağlarken mobil uygulamalar gönüllü katılımını kolaylaştırabilir. Sanal gerçeklik teknolojileri ise eğitim ve farkındalık çalışmalarında yeni ufuklar açacaktır.

Finansman modellerinde de köklü değişiklikler dikkat çekecektir. Klasik hibe modellerinin yerini döngüsel ekonomi temelli projeler alacak. Atık dönüşümü ve enerji verimliliği uygulamalarıyla gelir elde ediliyor bu gelirler sosyal projelere aktarılmış olacaktır. Yeşil sponsorluklar kapsamında belirli bağış miktarlarına karşılık ağaç dikimi veya doğal alan restorasyonu yapılacaktır. Tüm projelerde ESG kriterleri ve Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları temel alınacaktır.

Çevresel etkileri telafi etmek Yeşil STK'ların temel ilkelerinden biri olacaktır. Karbon nötr olmakla yetinmeyip ağaçlandırma çalışmalarıyla net pozitif etki yaratmayı hedefleyecektir. Ofis kaynaklı emisyonlar aylık olarak hesaplanıyor ve buna denk ağaçlandırma çalışmaları yapılacak. Yeşil bina standartlarına uygun ofislerde enerji verimliliği ve su tasarrufu ön planda tutulacaktır. Çalışanların çevresel etkisini azaltmak için elektrikli veya bisikletli ulaşım uygulamaları kullanması teşvik edilecektir.

Toplumsal dönüşümde aktif rol oynayan Yeşil STK'lar karar alma süreçlerinde kadınların, gençlerin ve kırsal kesimlerin katılımını sağlanacaktır. Dijital içeriklerle çevre bilinci oluşturmaya yönelik eğitim programları hazırlanacak. Kamu kurumlarına sürdürülebilirlik politikaları konusunda veri temelli öneriler sunulacaktır. Örnek bir Yeşil STK'nın yıllık eylem planında; enerji tüketimini %30 azaltmak, sanal ofisle kağıt kullanımını sıfırlamak, elektrikli araçlarla lojistik sağlamak ve kompost üretim eğitimleri dikkat çekecektir.

Yeşil STK'lar ilkesel kurallarıyla da fark yaratıyor olacak. Fosil yakıt kullanımı yapan şirketlerden bağış kabul etmemek onların kırmızı çizgileri arasında yer alacaktır. Yıllık "ekolojik bilanço" yayınlayarak ne kadar CO₂ salındığını ve ne kadarının telafi edildiğini şeffaf şekilde paylaşıyor olacaklar. Karar alma süreçlerinde iklim uzmanlarına oy hakkı tanıyan yatay örgütlenme modelini benimseyecektir.

Bu yeni model STK'ları "sorun çözen" değil "örnek olan" kurumlar haline getirmeyi amaçlamaktadır. Artık duvarlara "Dünyayı Kurtarıyoruz" yazmak yetmiyor önce kendi enerji kaynaklarını değiştirmeleri gerekecek. Yeşil STK'lar teknolojik yenilik, sosyal adalet ve ekolojik sorumluluk arasında köprü kurarak geleceğin sivil toplum modelini şekillendirecektir. Hem çevreye hem topluma hem de yönetişim anlayışına bütüncül bir yaklaşım getiren bu model sürdürülebilir bir gelecek inşasında kilit rol oynayacaktır.

22 Haziran 2025 Pazar

Merhametin İnceliği

 

Eşref-i mahlûkat olan insan dünya sahnesine çıktığı andan itibaren ölüm perdesine kadar sayısız olay yaşar. Bu olaylar iç aleminde çeşitli duyguların filizlenmesine sebep olur. Kimi zaman bir çiçek gibi narin kimi zaman bir ağaç gibi köklü kimi zaman da kurumuş bir yaprak gibi geçici... Duygular da tıpkı insan gibi doğar, büyür ve ölür. Aynı duygular tekrar tekrar yaşandıkça, zamanla sıradanlaşır, etkisi azalır.

İnsanoğlu fıtratı gereği merhametlidir. Ancak bu doğasını kaybetmemiş olanlar için geçerlidir. Merhamet güler yüz demektir. Merhametin yanında getirdiği en belirgin duygulardan biri de acımadır. Bir insana veya bir olaya karşı içinizde acıma hissi uyandığında aslında ruhunuzun derinliklerindeki duygu tonunun yüzeye çıktığını görürsünüz. Bu duyguya hangi pencereden baktığınız acımanın niteliğini de değiştirir.

İçimizdeki bu duygu sayesinde insanlara hak ettikleri değeri veririz. İnsanoğlu dünyadaki en şanslı varlıktır ve bu şanına yakışır bir değer görmelidir. Nasıl görmesin ki? Biz yaratılanı Yaradan’dan ötürü severiz. Mevla’nın yarattığı her varlık bir değer taşır. Onlara hak ettikleri değeri verdiğimizde zamanla toplumda örnek alınacak insanlar haline geliriz.

Fakat unutmamak gerekir ki her insan hayatının bir noktasında acınacak hale düşebilir. "Ben düşmem..." demeyin. Bu dünya nice "yapmam" dediklerimizi yaptırmadı mı bize? "Olmaz" dediğimiz şeyler olmadı mı?

Acımak, bazen bir şefkat eli bazen de kibrin gölgesi olabilir. Gerçek merhamet acıdığımız kişiyi küçük görmeden onu anlamaya çalışmaktır. Yoksa acımak bazen farkında olmadan kendimizi üstün görmenin bir aracına dönüşebilir.

Bir gün siz de yardıma muhtaç duruma düşerseniz size nasıl davranılmasını istersiniz? Acınarak mı, yoksa saygıyla mı?

Belki de gerçek merhamet, acımak değil, anlamaktır.


12 Haziran 2025 Perşembe

Annenin Son Mektubu

 

Bir Gözünü Feda Eden Sevginin Hikayesi…

 

İnsanoğlu ne garip bir varlık... En değerli hazinesi ayaklarının altındayken onu fark etmez. Tıpkı bu hikayedeki evlat gibi.

Bir çocuk varmış annesini sevmezmiş. Sebebi mi? Annesinin tek gözü olmasıymış. "İnsan annesini böyle bir sebeple sevmez mi?" diye soracak olursanız işte kalpteki nankörlük bazen böyle körleştirir insanı.

Babası erken vefat etmiş. Anne oğluna bakabilmek için onun okulunun kantininde çalışmaya başlamış. Ama oğlu utandığı için tembihlemiş:

Kimseye annem olduğunu söyleme…

Bir gün kantinde "Ahmet!" diye seslenmiş kadın. Ertesi gün arkadaşları alay etmiş:

Hafize Teyze senin annen mi?

Çocuk yerin dibine geçmiş. Utancından evden kaçmış Singapur’a gitmiş. Okumuş, evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış.

67 yaşına geldiğinde bir gün kapısı çalınmış. Dışarıda tek gözlü bir kadın duruyormuş. Torunları korkup içeri kaçmış. Adam öfkeyle çıkmış:

"Sen buraya kadar gelir miydin? Çocuklarımı korkuttun…" diye bağırmış.

Kadıncağız "Yanlış adrese gelmişim…" deyip gitmiş.

Zaman geçmiş Türkiye’den mezunlar daveti gelmiş. Gezerken bir tanıdık çıkagelmiş:

Annen vefat etti.

Adam umursamamış: "Hayattayken değeri yoktu, ölüsü mü değerli olacak?"

Ama sonra bir mektup uzatmışlar: "Annenin sana son sözleri..."

Mektupta şunlar yazıyormuş:

"Sevgili oğlum,

Sen hayatımdaki en değerli varlığımdın. Singapur’a gelip seni ve torunlarımı korkuttuğum için özür dilerim. Allah’a her gün “Dünya gözüyle bir kez daha göreyim” diye yalvardım.

Biliyor musun? Küçükken geçirdiğin kazada bir gözünü kaybetmiştin. Bir anne olarak “Tek gözle yaşamasın” diye sana kendi gözümü verdim. Seni sonsuza dek sevecek olan...

Annen"

Adam mektubu okuyunca yıkılmış. "Anneciğim, ne yaptın böyle?" diye ağlamış. 

Çünkü anneler gözünü verir, ömrünü verir, sessizce gider...

11 Haziran 2025 Çarşamba

Cennetin Kokusu

 

Sınıfın camlarından süzülen güneş öğretmenin yüzüne vuruyordu. Çocuklara cenneti anlatırken sesi yumuşacık titriyordu:

Cennetin toprağı öyle güzel kokar ki miskten daha latiftir...

Bir anda küçük bir el havaya kalktı.

Öğretmenim, bizim mutfakta ondan var…

Sınıfta kısık kısık gülüşmeler yükseldi. Öğretmen şaşkınlıkla gülümseyerek:

Yavrum, cennetin toprağı bildiğin topraklara benzemez ki...

Ama çocuk ısrarla:

Ama bizde var işte…

Öğretmen bu sefer meraklandı. Belki de çocuğun masum zihninde cennet bambaşka bir yerdi.

Peki dedi, Yarın getir de görelim. Eğer gerçekten cennetin toprağıysa, sana bir sürprizim olacak.

Ertesi sabah çocuk nefes nefese sınıfa girdi. Cebinden çıkardığı mendili öğretmenin masasına bıraktı. İçinde bir tutam toprak vardı. Öğretmen mendili açınca hafifçe buruştu:

Evladım, bu sıradan bir toprak...

Çocuğun gözleri birden parladı:

Öğretmenim, bu toprak, annemin her sabah seccadesini serdiği yerden… Dedem hep söyler: 'Evladım, bir annenin secde ettiği yer, cennetin bir köşesidir' diye...

Öğretmenin nefesi kesildi. Birden yıllar önce dinlediği bir hadis düştü aklına: "Cennet annelerin ayakları altındadır."

O küçük çocuk koca bir hakikati avucunun içinde getirmişti. Öğretmenin gözleri doldu. Çocuğa sarılmamak için kendini zor tuttu.

İşte hakikat bu kadar basitti aslında…

Cennet, annemizin her sabah kalkıp bize kahvaltı hazırlarken bastığı mutfak zeminiydi.
Cennet, hastalandığımızda başucumuzda beklerken üzerine bastığı o eski kilimdi.
Cennet, dualarımıza "amin" dediği o mübarek ağzıydı.

O gün öğretmen not defterinin kenarına bir cümle yazdı:

Asıl ders alması gereken bendim. Bir çocuğun saf yüreği bana cennetin gerçek adresini gösterdi.

Ve o günden sonra her anneler gününde öğrencilerine bir avuç toprak hediye etti. Üzerinde tek bir cümle yazılıydı:

Cennetin postaladığı en güzel mektup, annedir.


28 Mayıs 2025 Çarşamba

Yalan Dünya

Genç bir dervişin yolu bir gün çöle düşer. Kavurucu güneşin altında yürürken içten içe sitem etmeye başlar. Ne hayatın zorluklarına ne de dünyanın geçiciliğine dair bir çözüm bulabilmektedir. Tam bu sırada kulağına gizemli bir ses gelir. Derviş şaşkınlıkla arkasına döner ve o an ne görsün? Kendisine doğru hızla yaklaşan bir aslan! Korkuya kapılır yüreği yerinden çıkacak gibi olur. Can havliyle kaçmaya başlar.

Koşarken ileride bir kuyu görür. Kurtuluş ümidiyle o yöne yönelir ve kuyunun kenarındaki ağaca bağlı bir ipe sarılarak kendini aşağıya bırakır. Fakat kuyunun derinliklerine indikçe içine bir huzursuzluk çöker. Aşağıya doğru baktığında kuyunun dibinin yılanlar ve akreplerle dolu olduğunu fark eder. Genç derviş bir an durur düşüncelere dalar:

“Yukarı çıksam aslan var, beni parçalayacak. Aşağı insem, yılanlar ve akrepler var zehirlenip öleceğim. Ne yapmalıyım?”

Tam bu sırada ipi tutunduğu yerden kemirmeye başlayan iki fare dikkatini çeker: biri siyah diğeri beyaz. Zamanın sembolü gibi gece ve gündüz… Sessizce ipi zayıflatmaktadırlar. Derviş artık çaresizliğin en derininde salınırken ağacın dalındaki bir bal kovanından birkaç damla bal başına damlar. Refleksle elini uzatır ve parmaklarına damlayan balı tadar.

“Gerçekten bal bu…” der içinden. O tat bir an için tüm korkusunu unutturur. Gözlerini kapatır ve damağında kalan o lezzetin huzurunu hisseder… Ve o an birden uyanır.

Rüyaymış…

Derin bir nefes alır. Gördüklerinin anlamını öğrenmek için vakit kaybetmeden bir evliyanın huzuruna varır. Rüyasını detaylarıyla anlatır ve sonunda sorar:

“Rüyamın yorumu nedir?”

Evliya gülümseyerek cevap verir:

“Anlamadın mı hala gördüklerini?”

“Peşinden gelen aslan ölüm meleği Azrail’dir.

Kuyunun dibi seni bekleyen kabir hayatıdır.

Sarıldığın ip ömründür.

Onu kemiren siyah ve beyaz fareler ise gece ve gündüzdür; ömrünü yavaş yavaş tüketirler.
Ve o bal… işte o bal dünyanın geçici lezzetidir. O tat sana ölümü ve ahireti unutturur.”

Derviş başını eğer. Kalbine bir hakikat çöker.

Hayat, o an başka bir boyut kazanır onun için. Çünkü anlamıştır artık…

Dünya, bir rüyadan ibarettir.

Ve bal ne kadar tatlı olsa da geride bekleyen gerçeklik çok daha derindir.


24 Mayıs 2025 Cumartesi

Son Bakışın Hatırası

 

Pencereden süzülen güneş ışığı yüzüne vururken Kerem zamanın nasıl da hızla aktığını düşünüyordu. Üniversitenin son yılına girmişti ve bu düşünce bile tuhaf bir hüzünle karışık heyecan uyandırıyordu içinde. Otobüsün camına yaslanmış ve İstanbul'un gürültüsünden uzaklaşıp Balıkesir'in dinginliğine doğru yol alırken hayatının en önemli karşılaşmasına hazırlıksızdı.

Bursa otogarına yaklaşırken trafik sıkışmıştı. Şoför mola vereceklerini anons ettiğinde Kerem gözlerini orta kapının yanındaki koltuğa doğru çevirdi. O anda gördüğü manzara hayatının geri kalanında hafızasına kazınacaktı: Sarı saçları omuzlarına dökülen, yeşil gözlerinde derin bir hüzün taşıyan genç bir kız yanındaki koltuğa yerleşiyordu. Kızın zarif hareketleri ve düşünceli bakışları Kerem'i büyülemişti. Farkında olmadan ona bakakaldığı o an kız da başını çevirip gözlerini Kerem'in gözlerine dikti. İki yabancı arasındaki bu elektrik yüklü bakışma sadece birkaç saniye sürdü ama Kerem için sonsuzluk kadar uzun geldi.

Balıkesir otogarına vardıklarında Kerem yorgunluktan uyuyakalmıştı. Aniden duyulan fren sesiyle irkildiğinde ilk işi yanındaki koltuğa bakmak oldu. Boştu. Panikle valizini kapıp dışarı fırladı. Kalabalıkta gözleri tam minibüse binen o sarışın kızı aradı. Ve sonunda onu gördü yeşil gözleri hâlâ zihninde canlıydı. "Dur!" diye bağırdı ama sesi trafiğin gürültüsünde kayboldu. Minibüs uzaklaşırken Kerem dizlerinin üzerine çökmüş ve nefes nefese kalmıştı. İçinden bir ses "İlk defa birinden böyle etkilendim ve onu kaybettim..." diyordu.

Ertesi hafta üniversiteye döndüğünde kampüs otobüsüne binerken aklı hâlâ o yeşil gözlerdeydi. Enes'le sohbet ederken gözleri aniden camdan dışarıya kaydı. Kırmızı körüklü otobüsün arka penceresinde tam da o anda dışarı bakan o gözleri gördü. İkisi de donup kaldı. Otobüsler ayrılırken bile bakışlarını ayıramadılar.

"Kimdi o?" diye sordu Enes merakla.

"Bilmiyorum," diye mırıldandı Kerem ama kalbi deli gibi çarpıyordu.

Bir ay boyunca kampüsün her köşesinde o gözleri aradı. Her sarışın kız gördüğünde kalbi hızlanıyor sonra hayal kırıklığına uğruyordu. Ta ki bir cumartesi günü alışveriş merkezindeki piyanonun başına oturup çalmaya başlayana kadar. Notalar parmaklarının altında canlanırken bir alkış sesi duydu. Başını kaldırdığında karşısında o yeşil gözleri gördü.

"Çok güzel çalıyorsunuz…" dedi kız, dudaklarında utangaç bir gülümsemeyle.

Kerem'in dili tutulmuştu. "Be-ben Kerem…" diye kekeledi.

"Ben de Dilara…" diye karşılık verdi kız ve o an ikisi de hayatlarının artık eskisi gibi olmayacağını hissettiler.

Aylar birlikte geçip gitti. Kütüphanede ders çalışıyor, şehir parklarında uzun yürüyüşler yapıyor ve küçük kafelerde saatlerce konuşuyorlardı. Kerem, Dilara'nın kitap okurken kaşlarını çatışını, en küçük şeylere bile heyecanlanışını ve geceleri yıldızlara bakarken gözlerinde parlayan ışığı seviyordu.

Ta ki o kara gün gelene kadar. Telefon çaldığında kardeşi Ali'nin hıçkırıklarını duydu:

"Abi... babamız... kalp krizi..."

Kerem'in dünyası başına yıkıldı. İstanbul'a koştu ve cenazeye yetişti. Babasının soğuk yüzüne son kez bakarken artık ailesinin tek dayanağının kendisi olduğunu anladı.

Balıkesir'e döndüğünde Dilara onu bekliyordu. Ama Kerem ona yük olmak istemedi. "Bitti…" dedi sesi titreyerek. "Bundan sonra... biz yokuz." Dilara'nın gözleri doldu ama Kerem arkasını dönüp gitti. Onu korumak için sevgisinden vazgeçmişti.

Aylar sonra Dilara televizyonda bir haber gördü. Ekranda Kerem'in fotoğrafı vardı. Elleri titreyerek odasına koştu Kerem'in yazdığı mektupları çıkardı. Son mektupta şunlar yazıyordu:

"Sevgili Dilara,

Seni sevdim. Belki de hayatımda ilk defa bu kadar saf, bu kadar gerçek bir şey hissettim. Ama hayat bana seni hak etmediğimi gösterdi. Babamın yokluğunda aileme bakmak zorundayım. Senin geleceğini mahvetmeye hakkım yok. Affet beni.

Her zaman senin olan, Kerem."

Dilara mektubu göğsüne bastırıp hıçkırarak ağladı…

 

"Gözlerindeki o son bakış, bir vedadan çok daha fazlasını taşıyordu. İçinde kaybolduğumuz bütün yarım kalmış hayallerimiz, hiç söyleyemediğimiz bütün kelimeler ve asla yaşayamayacağımız bütün o güneşli sabahlar vardı."

19 Mayıs 2025 Pazartesi

KABE'NİN GÖLGESİNDE BİR ÖMÜR

 

Boncuk gözlü, hilal kaşlı, kıvırcık saçlı ve ay yüzlü Meryem henüz dört yaşındayken hayatının en önemli anını yaşadı. İkindi vakti abisiyle oyun oynarken televizyondan yükselen ezan sesiyle irkildi. Ekranda Kabe imamı her milletten ve her tenden insanlara namaz kıldırıyordu. Kamera Kabe'ye yaklaştıkça minik yüreği heyecanla çarpmaya başladı.

"Abi o ne?" diye sordu titrek bir sesle, parmağıyla ekranı göstererek.

"O bizim kıblemiz güzel kardeşim. Adı Kabe'dir."

Bu sözlerle birlikte içini sıcacık bir duygu kapladı. "Neden etrafında dönüyorlar?" diye merakla sordu.

"Kâbe'nin etrafında tavaf ediyorlar. Allah'ın evini ziyaret ediyorlar."

"İnşallah biz de gideriz abi."

"İnşallah kardeşim."

O günden sonra Kabe Meryem'in kalbinde büyüyen bir aşka dönüştü. Boş vakitlerinde Mekke'nin sokaklarını ve tarihi yerlerini araştırıyordu. Daha hiç gitmediği halde orayı kendi evi gibi biliyordu.

Yıllar geçti ve Meryem büyüdü. Üniversitede mimarlık eğitimi aldı ve mezun olur olmaz bir proje ofisinde çalışmaya başladı. İlk maaşını aldığı gün çocukluk hayalini gerçekleştirmek için para biriktirmeye başladı. Bir yıl boyunca kıt kanaat geçinerek, her kuruşunu umre için ayırdı.

Nihayet beklenen gün geldi. Pasaport ve vize işlemlerini tamamladı ardından biletini aldı. Ailesi onu havaalanından dualarla uğurladı. Uçak kalkarken, pencereden İstanbul'un ışıklarına bakarken gözleri doldu. "Sonunda gidiyorum…" diye fısıldadı kendi kendine.

Mekke'ye ayak bastığında yılların özlemi bir anda gözyaşlarına dönüştü. Kabe'yi ilk gördüğü an tüm bedeni titredi. O muazzam siyah örtülü kubbe hayallerinde canlandırdığından çok daha heybetliydi. İlk tavafını yaparken her adımda yeni bir duygu keşfetti. Sanki tüm hayatı boyunca aradığı huzuru nihayet bulmuştu.

Ancak bu kutlu yolculuk beklenmedik bir imtihana dönüştü. Yola çıkmadan önce yakalandığı soğuk algınlığı zamanla Mekke'nin kavurucu sıcağında zatürreye dönüştü. Doktorlar dinlenmesini ve hatta acilen dönmesini söyledi. Ama Meryem; "Ben buraya ölmeye değil, yaşamaya geldim…" diyerek tavaf etmeye devam etti.

Her adımı acı veriyor ve nefes almak gittikçe zorlaşıyordu. Ama Kabe'nin etrafında dönerken tüm acılar unutuluyordu. Bir gün Mescid-i Haram'ın avlusunda yere yığıldı. Yanındakiler hemen hastaneye yetiştirdi.

Doktor muayenesinden sonra yüzleri asıktı: "Hastalığı zatürreye dönüşmüş. Ciğerleri çok zayıf düşmüş. Dinlenmesi gerekiyor."

Ama Meryem dinlemedi. Mekke ve Medine sokaklarında hasta haliyle gezmeye devam etti. Her gün biraz daha kötüleşiyor ama ibadetlerini asla aksatmıyordu. Arkadaşları onu ikna etmeye çalıştı:

"Lütfen kendine iyi bak. Geri dönmelisin."

"Benim için en büyük iyilik burada olmaktır…" diye yanıt verdi Meryem. Yüzündeki huzur dolu ifadesi herkesi şaşırtıyordu.

Dönüş vakti geldiğinde uçak İstanbul'a inerken gözleri hala kutsal topraklardaydı. Ailesine kavuştuğu anda yığılıp kaldı. Hastaneye kaldırıldığında durumu kritikti. Doktorlar annesini bir kenara çekti:

"Teyzeciğim, kızınızın ciğerleri bitmek üzere. Keşke daha erken getirseydiniz."

Annesi içten içe yıkıldı ama Meryem'e belli etmedi. Hastane odasında kızının başında beklerken Meryem elini tuttu:

"Anne, üzülme. Ben Rabbime kavuşuyorum. Kâbe'yi gördüm artık hiçbir şey için üzülmeye değmez."

41. günün şafağında kelime-i şehadet getirerek gözlerini kapadı. Dudaklarında son bir gülümseme vardı.

İmam cemaate dönüp şöyle dedi: "Kim Allah yolunda ölürse bilin ki o aslında diridir."

Meryem'in hikayesi orada bir efsaneye dönüştü. Kâbe'ye olan aşkı ölümün bile söndüremediği bir meşale oldu. Geride iman dolu bir ömür ve bitmeyen bir ilham bıraktı.

11 Mayıs 2025 Pazar

Hüzünle Geçen Zaman

 

Eyüp’ün daracık sokaklarında gölgelerin arasında sessizce dolaşan bir adam vardı. Üstündeki yıpranmış paltosu, sakallı yüzü ve derin bakışlarıyla herkesin dikkatini çekiyordu. Kimdi bu adam? Neden bu kadar asil duruşlu bir insan sokaklarda yaşıyordu?

Eyüp halkı onu yıllardır görüyordu ama kimseyle konuşmuyordu. Dilencilik yapıyor ama sadece karnını doyuracak kadar para alıyor ve fazlasını reddediyordu. Zamanla "Evsiz Adam" diye anılmaya başlandı. Öyle ki, İstanbul’un dört bir yanında onun hikâyesi konuşuluyordu.

Genç gazeteci Yusuf bu gizemli adamın peşine düştü. Onu bulmak için günlerce Eyüp’ü arşınladı. En sonunda bir çaycı çırağının dediğine göre adamı Pierre Loti’ye çıkan mezarlıkta buldu. Necip Fazıl Kısakürek’in mezarı başında toprağı avucuna alıp tane tane döküyordu. Sanki derdini toprağa anlatıyor gibiydi.

Yusuf sessizce yanına oturdu. Konuşmaya çalıştı ama adam hiç cevap vermedi. Günler ve haftalar geçiyordu. Yusuf onu takip etmekten vazgeçmedi. Her gün aynı rutini sabah Eyüp Sultan Camii’nde dilenme, öğleden sonra mezarlıkta saatlerce oturma ve akşam ise sahilde Haliç’i seyretme...

Bir gün Balat sahilinde bankta otururken Yusuf ona yaklaştı. Kendi hikâyesini anlattı:

"Ben de bir yetimim. Ailemi hiç tanımadım. Tek hatıram boynumdaki bu yarım kolye..."

Evsiz adam gözlerini Yusuf’a dikti. İlk kez bir tepki veriyordu. Ama sonra aniden başı öne düştü. Bayılmıştı.

Ambulansla hastaneye yetiştirildi. Doktor onu görünce şaşkınlıkla "Prof. Dr. Hamit Bey!" diye haykırdı. Yusuf’un kalbi hızla çarptı. Doktor anlatmaya başladı:

"Yıllar önce bir trafik kazası geçirdi. Eşi öldü ve oğlu kayboldu. O günden sonra kendini kaybetti. Sokaklarda yaşamaya başladı."

Yusuf doktorun verdiği adrese koştu. Tozlu ve terk edilmiş bir ev... İçeri girdiğinde duvardaki aile fotoğrafında bir çocuk gördü. Çocuğun boynundaki yarım kolye tıpkı kendisininki gibiydi. Hemen kolyesini çıkardı ve fotoğraftakiyle birleştirdi. Mükemmel bir uyum.

Sonra aynaya baktı. Fotoğraftaki çocuğun boynundaki ben, aynen ondaydı.

"Bu benim... O benim babam!"

Hastaneye koştu. Koşarken aklına binlerce soru üşüştü: 

"Neden hiç konuşmadı? Beni tanıdı mı? Keşke daha önce bulsaydım..."

Odaya girdiğinde babası zor nefes alıyordu. Yusuf titreyen ellerle kolyeyi gösterdi:

"Baba... Ben senin oğlunum."

Hamit Bey’in gözleri doldu. Zorlukla konuştu:

"Canım... oğlum..."

Ve son nefesini verdi.

Yusuf babasını bulduğu anda kaybetmişti. Ama o an hayatında ilk kez "oğlum" kelimesini duymanın tarifsiz hüznü ve mutluluğuyla kalakaldı.

Dışarıda Eyüp’ün sokaklarında hüzünlü bir rüzgâr esiyordu. Sanki zaman yıllar önce kaybolan bir babanın ve oğlun hikâyesine ağlıyordu.


3 Mayıs 2025 Cumartesi

Kaderin Fotokopisi

 

Ömer, üniversitenin tıp fakültesinde okuyan, idealist ve çalışkan bir gençti. Derslerinde gösterdiği üstün başarıyla sınıf birinciliğine adaydı. Notlarını özenle tutar ve her detayı titizlikle kaydederdi. Ancak onu diğer öğrencilerden ayıran en büyük özelliği ise yardımsever yapısıydı. Arkadaşlarına her zaman destek olur ve kimsenin yardım çağrısını geri çevirmezdi. Sınav dönemlerinde Ömer düzenli tuttuğu notlarını fotokopicilere bırakır ve böylece tüm arkadaşlarının kolayca ulaşabilmesini sağlardı.

Şehrin en hareketli yerlerinden biri olan fotokopiciler çarşısında Ramazan adında sevilen bir esnaf vardı. Uzun boylu, ağarmış saçları ve Balıkesir şivesiyle dikkat çeken bu yaşlı adam öğrenciler arasında büyük saygı görürdü. Ömer de ders notlarını çoğaltmak için sık sık onun dükkânına uğrardı.

Bir sonbahar akşamı, sınav haftasının yaklaştığı günlerden biriydi. Ömer yine notlarını alıp fotokopicinin yolunu tuttu. Yürümeyi severdi; bu sayede hem zihnini dinlendirir hem de şehrin ritmini hissederdi. Çarşının ışıklı sokaklarından geçerken aklından sınavlarla ilgili planlar geçiriyordu.

Dükkâna vardığında gördüğü manzara şaşırtıcıydı: Ramazan abi ter içinde kalmış ve makinenin başında telaşla çalışıyordu. Yardımcısı o gün hasta olduğu için işler birikmiş ve öğrencilerin notları yetişmez olmuştu. Ömer duraksamadan içeri girdi ve gülümseyerek selam verdi:

"Abi, yardımcın yok galiba. Bir el atayım mı?"

Ramazan abi, yorgun ama memnun bir ifadeyle başını salladı:

"Valla Ömer, bugün zor durumdayım. Makineyi biliyor musun?"

"Bilmiyorum ama öğrenirim!" dedi Ömer, hevesle.

Kollarını sıvadı ve makinenin başına geçti. İlk başta biraz zorlandı ancak Ramazan abinin sabırlı anlatımıyla kısa sürede hızını aldı. Birlikte çalıştıkça işler yoluna girdi ve sıra yavaş yavaş eridi. Akşamın geç saatlerine kadar uğraştılar en son müşteriyi de gönderdiklerinde ikisi de yorgunluktan bitkin düşmüştü.

Ramazan abi, bir çay söyleyip masaya oturdu:

"Sağ olasın Ömer. Bugün sen olmasan işler altından kalkılamazdı."

Ömer gülümsedi:

"Ne demek abi ben de öğrenmiş oldum. Hem zaten sen hep bize yardım ediyorsun."

Çaylarını yudumlarken uzun uzun sohbet ettiler. Ramazan abi, gençliğinden ve eski günlerden bahsetti; Ömer ise tıp fakültesindeki deneyimlerini anlattı. O akşam aralarında güçlü bir dostluk bağı oluşmuştu.

Günler geçti ve sınav haftası başladı. Ömer, tüm sınavlarına hararetle çalışıyor ve notlarını tekrar tekrar gözden geçiriyordu. Ancak bir sorunu vardı: Parası tükenmişti. Ailesine yük olmak istemiyor, borç da almak istemiyordu. Geçen sene kütüphanede çalışarak harçlığını çıkarıyordu fakat bu yıl işe başvurmak için geç kalmıştı.

Bir akşam yurttaki odasında ders çalışırken telefonu çaldı. Arayan sınıf arkadaşı Salih’ti:

"Ömer, Ramazan abi seni soruyor. Yarın uğrar mısın dükkâna?"

Ömer meraklandı:

"Bir şey mi oldu?"

"Bilmiyorum ama seni bekliyor."

Ertesi gün fotokopicinin yolunu tuttu. Ramazan abi onu görünce yüzünde bir tebessümle karşıladı:

"Gel bakalım genç adam! Sana bir teklifim var."

Ömer şaşırmıştı:

"Buyur abi?"

"Yardımcım uzun süre gelemeyecek. Bu dönem bana çalışır mısın? Hem notlarını bırakırsın hem de biraz harçlık kazanırsın."

Ömer'in yüzünde bir ışık yandı. Tam da ihtiyacı olan şeydi bu vehiç düşünmeden kabul etti:

"Tabii ki abi! Çok teşekkür ederim."

Ertesi günden itibaren Ömer derslerinden arta kalan zamanlarda fotokopicide çalışmaya başladı. Makineyi artık ustalıkla kullanıyor ve öğrencilerin notlarını hızla çoğaltıyordu. Ramazan abiyle geçirdiği her gün yeni şeyler öğrenmesine vesile oluyordu.

İşin en güzel yanı tam da paraya ihtiyaç duyduğu her an Ramazan abinin desteğiyle karşılaşmasıydı. Bir gün dükkâna giderken aklından şu düşünce geçti:

"Kul sıkışmayınca Hızır yetişmezmiş."

Ömer bu tecrübeyle hayatın ilginç bir dengesini keşfetmişti: İyilik yapan, iyilik bulurdu.

O dönem boyunca hem derslerinde başarılı oldu hem de fotokopicide geçirdiği zaman sayesinde yeni insanlarla tanıştı. Böylece hayata dair deneyimler kazandı. Ramazan abiyle kurduğu bağ ise sadece bir işveren-çalışan ilişkisinin ötesine geçmiş, gerçek bir dostluğa dönüşmüştü.

20 Nisan 2025 Pazar

Kavuşan Hayaller

 

Yıl 1960’tı. Temmuz ayı, son on yılın en sıcak günlerinden birini yaşatıyordu insanlara. Güneş, gökyüzünde adeta durmadan parlıyor; gölgeler bile terliyordu. O kavurucu yaz gününde iki bebek dünyaya geldi: Aslı ve Turgay. İkisi de teyze çocuklarıydı yani anne tarafından kuzenlerdi. Aynı ay içerisinde doğmuş adeta kader onları daha doğmadan bir araya getirmişti.

Aslı esmer teni, mavi gözleri, orta boyu ve dalgalı saçlarıyla dikkat çeken bir kız çocuğuydu. Turgay ise uzun boylu, kahverengi gözlü, düz saçlı ve esmerdi. Çocuklukları iç içe geçmişti; birlikte oynar, birlikte yer içer ve birlikte gülerlerdi. Aralarındaki bağ öylesine kuvvetliydi ki yaşadıkları küçük tartışmalar, küslükler kısa sürer ve ardından kahkahalarla barışırlardı. Zamanla bu bağ sadece arkadaşlıktan öte bir alışkanlığa bir ruh yoldaşlığına dönüşmüştü.

Aynı mahallede büyüdüler. Aynı ilkokulda, aynı ortaokulda, lisede ve üniversitede okudular. Ancak ortaokul yıllarında kısa bir ayrılık yaşamak zorunda kaldılar. Turgay beyninde çıkan tümör nedeniyle tedavi için yurtdışına gitmişti. Ameliyat zorluydu ama başarılı geçmişti. Yaklaşık bir yıl sonra tekrar geri döndü. Aslı o dönem yaş olarak küçüktü ve ne olup bittiğini tam olarak anlayamamıştı. Ama Turgay’ın yokluğu kalbinde büyük bir boşluk bırakmıştı. Derslerine odaklanamıyor hiçbir şeye hevesi kalmıyordu. Sene sonunda sınıfta kalması bu eksikliğin ne kadar derin olduğunu özetler gibiydi.

Turgay’ın dönüşüyle Aslı yeniden hayata tutunmuştu. Eskisinden daha sıkı sarıldılar birbirlerine. Beraber ders çalıştılar beraber başarılar kazandılar. Aslı'nın hayali bir gün ses sanatçısı olmaktı. Turgay ise gökyüzünü mesken tutmak pilot olmak istiyordu. Ancak zamanla hayalleri de değişti; çocukluk hayallerinin yerini daha gerçekçi hedefler aldı. En sonunda her ikisi de hukuk fakültesine girip biri hâkim diğeri savcı olma hedefinde birleşti.

Üniversitenin son sınıfına geldiklerinde bir gün Turgay ders çıkışı eve dönüş yolunda Aslı’ya gülerek sordu:

“Aslı hiç bana göre bir kız arkadaşın yok mu? Hani tanışabileceğim evlenebileceğim biri?”

Aslı duyduklarına önce inanamadı. Dondu kaldı. Yıllardır içinde biriktirdiği duygular boğazında düğüm olmuştu. Turgay’ın bu kadar umursamaz bir şekilde sorduğu soru, içini acıttı. Ama belki de bu onun için bir fırsattı. Gözleri öfkeyle ama içinde gizlenmiş bir hüzünle parladı. Dolu dolu gözlerle Turgay’a döndü:

“Eğer bakmasını bilirsen evlenilecek kızı karşında görürsün.”

Bu söz yıllardır kalbinde sakladığı sırrı açığa vurmuştu. Gözleri artık tutamayacağı yaşlarla dolmuştu. Hemen oradan uzaklaştı. Turgay donup kaldı. Sözlerin anlamı yavaş yavaş zihnine yerleşti. “Az önce gönlünün bende olduğunu söyledi.” diye düşündü kendi kendine. O gece sabaha kadar uyuyamadı. Duygularını tarttı yıllardır bastırdığı hislerle yüzleşti. Aslında o da Aslı’yı seviyordu ama bir türlü kendine bile itiraf edememişti.

Ertesi gün ailesiyle konuştu. Konuyu daha fazla uzatmadan resmiyete dökmek istiyordu. O akşam Aslı’yı istediler. Her iki taraf da mutluydu. Bir ay sonra söz yüzükleri takıldı. Altı ay içinde nişan yapıldı ve üniversite bitince evlendiler. Aslı'nın o gün attığı cesur adım hayatlarının temelini oluşturmuştu.

Yıllar hızla geçti. Aslı hâkimlik, Turgay ise savcılık hayalini gerçeğe dönüştürdü. Hayatlarını meslekleriyle birlikte büyütürken sıra çocuk sahibi olmaya geldi. Dört yıl sonra kızları Zeynep dünyaya geldi. Ama aylar geçtikçe Zeynep’te bazı farklılıklar gözlemlemeye başladılar. Hareketlerinde bir tuhaflık vardı. Doktora gittiklerinde önce bir şey çıkmadı ancak içleri rahat etmeyince başka bir hastaneye başvurdular.

Doktor gerekli tetkiklerin ardından acı haberi verdi: Zeynep’in kafatası ön kısmı tam olarak kaynamamıştı. Bu nedenle vücudunun hareket kabiliyeti kısıtlı olacaktı; yani Zeynep ömür boyu engelli yaşayacaktı.

O an dünya başlarına yıkıldı. İçleri acıdı ama pes etmediler. Kızlarını her hâliyle sevdiler bağırlarına bastılar. Aslı ise zamanla içine kapanmaya başladı. Kocasının sevgisinin azalacağını hatta belki de kendisini terk edeceğini düşündü. Ancak Turgay aksine daha çok sarıldı ailesine. Çocuklarına olan şefkati Aslı’nın içini ısıtıyordu.

Zaman geçtikçe ikinci bir çocuk sahibi olmayı istediler. Aslı, “Belki bu sefer her şey daha güzel olur.” diye düşünüyordu. Ve Hüseyin dünyaya geldi. Ama ne yazık ki onun da bazı sağlık sorunları vardı. O da engelli bir çocuktu.

Aslı tamamen çökmüştü. İçten içe kendisini suçluyor, “Turgay böyle bir hayatı hak etmiyor.” diye düşünüyordu. Çocuklarını çok seviyordu ama içinde bir yetersizlik hissiyle boğuşuyordu.

Bir gün dayanamayıp Turgay’ı karşısına aldı:

“Ben seni çok sevdim. Ama belki de seninle evlenmemeliydim. Şimdi iki engelli çocuğumuz var. Sen çalışıyorsun, ben çalışamıyorum. Sana yük olduk. Bizi arkanda bırak. Daha iyi bir hayat kur. Ben çocuklarımıza bakarım. Sen mutlu ol.”

Turgay bir süre sessiz kaldı. Gözleri dolmuştu. Sonra Aslı’nın dizlerinin dibine çöktü. Ellerini tuttu  gözlerinin içine baktı:

“Aşkım… Ne olur beni senden ve çocuklarımdan ayırma. Siz benim hayatımdaki en kıymetli varlığımsınız. Seninle kurduğum bu yuvadan başka hiçbir şey istemiyorum. Yeter ki yanımda olun. Sizin yükünüz benim en büyük mutluluğum.”

Bu sözlerle birlikte Turgay hıçkırıklara boğuldu. Aslı da daha fazla dayanamadı gözyaşlarına boğuldu. Sarıldılar sıkı sıkıya… O an birbirlerine olan sevgileri bir kez daha sınanmıştı ve kazanan yine sevgileri olmuştu.

Artık daha güçlüydüler. Her şeyin üstesinden birlikte gelebileceklerine inanıyorlardı. Çünkü aşk, sadece güzel günlerde değil zor zamanlarda da sevdiklerinin elinden tutabilmekti. Ve onlar hayatın bütün yüklerini omuz omuza taşımaya yeminliydiler.


14 Nisan 2025 Pazartesi

Renk Kuşağının Sınırında

Gökyüzü üç gündür aynı renkti; ne tam gri ne de maviye yakın... Sanki mevsimler zamanın ellerinden düşen bir bardak gibi parçalanmıştı ve kalan kırıklarla yaşıyordu şehir. İşte o gün tam 16:17’de, Karasinek Sokak’taki eski kitapçıda başladı her şey. Kitapçı bile artık kitap kokmuyordu, yaşanmışlık kokuyordu sanki raflarda biriken tozlar bile zamanın iç çekişini duyuyordu.

Adam, kapının çanı sessizce çalarken girmişti içeri. Ne ellerinde kitap arayışı vardı ne de gözlerinde bir merak. Bir zamanlar çok sevdiği bir rüyaya yürür gibiydi; her adımı, geçmişin cam kırıklarına basıyor gibi.

Rafta sararmış sayfaların arasına sıkışmış bir ayracı fark etti. Sıradan bir ayraç değildi bu; bir şiirin tam ortasında unutulmuş bir bakış gibiydi. Üzerinde soluk bir el yazısıyla şu yazılıydı:

“Bugün hangi hikâyede kalmıştık?”

Elini uzattı ama dokunmadı. Bazı şeyler dokunulursa bozulur ya işte öyle bir çekinmeydi bu. O ayracın ait olduğu hikâyeyi hatırlamaya çalıştı… Ama hikâyeyi değil hissi hatırladı önce. Göğsünde bir sızı… Sanki biri, içini bir şiirle çizmişti de her kıtasında yeniden kanıyordu.

Bir zamanlar o da yazardı. Özlemi… Sevdayı… Ama en çok "onu".

Bir nefesti "onu" sevebilmek.

Öyle yakıcı bir nefes ki, bazen iç çekişlerinde duman çıkar sanırdı aynada kendine bakarken.


O kadın… Adını hiç söylemedi kimseye.

Çünkü adı bir sırrın şifresiydi.

Ona "Renk Kuşağı" derdi kendi içinde.

Çünkü ne zaman onu düşünse duygularının sınırında gökkuşağı gibi geçici, ama büyüleyici bir görüntü oluşurdu.

Renklerin bile onun yanında eksik kaldığını düşünürdü.


Birbirlerine hiç “seni seviyorum” demediler.

Çünkü bazı sevgiler, söylenirse küçülür.

Onlarınki sustukça büyüyendi.


Ama işte, bir gün, gökyüzü rendelenmeye başladı. Kadın gitti.

Ne bir mektup ne bir veda sadece bir şiirin ortasında unutulmuş bir ayraç bıraktı.

Ve belki de o gün adamın içindeki fırtına ömrü boyunca dinmedi.


Şimdi, o kitapçıda yıllar sonra o ayracı tekrar görünce sadece şunu düşündü:

"Belki de biz, bir şiir kadar yakındık birbir ama hep bir şiir kadar da uzakta kaldık."


Kitabı aldı, çıkmadan önce dönüp bir kez daha baktı kitapçıya.

Sanki biri birazdan içeri girip,

“Bugün hangi hikâyede kalmıştık?” diyecek gibiydi.


Ama kimse gelmedi.

Ve bazı hikâyeler, hiç tamamlanmamak için yazılır...


Hasrete Bir Kala / Şiir

Bir nefesti seni sevebilmek,

Ciğerlerimi yakarcasına doluşan.

Malum yürekte esen bir fırtına,

Akılda ise efkârlı bir bulut.

 

Bir şiir olsa, kelimelerin heyecanıyla yazılan,

Eşsiz bir duygu seliyle satırlara uzanan.

Hasrete bir kanat çırpışı kadar uzak,

Dizelerde delirircesine yaşanabilen.

 

Şeytandı, melekti sağa sola çekiştiren,

Renk kuşağı sınırında gezinen deli gönül.

Gökyüzü yine rendelenmeye başladı,

Hayallere dalmış bir adamın üstüne.

 

Bir şiir kadar uzakta, bir şiir kadar yakında,

Söyle bana güzel bir redifle gidebilir misin?

Hiçbir şey kadar uzak, her şey kadar yakın,

Söyle bana güzel sen kimsin, ben misin? 

----------------------------             ----------------------------

Satır arası sakladığım duygu ayracım,

Bugün hangi hikâyede kalmıştık…

----------------------------    ----------------------------

10 Şubat 2025 Pazartesi

Aydınlık Geleceğin Umut Dolu Sayfalarına...

Gelecek zamanın sisli perdesinin ardında saklı duran bilinmeyen bir diyardır. Ancak bu bilinmezlik içimizde bir umut kıvılcımı yakar. Aydınlık bir gelecek her insanın kalbinde yeşeren gerçekleşmesi için çabaladığı bir idealdir.

Umut insanın en güçlü silahıdır. Zorluklar karşısında yılmadan ilerlememizi hayallerimize ulaşmak için çabalamamızı sağlar. Umut geleceğe dair beslediğimiz olumlu inançtır. Bu inanç bizi motive eder, cesaretlendirir ve daha iyi bir dünya için çalışmaya teşvik eder.

Aydınlık bir gelecek için umut sadece bir duygu değil aynı zamanda bir sorumluluktur. Her birey kendi geleceği için olduğu kadar toplumun ve dünyanın geleceği için de sorumluluk taşır. Bu sorumluluk eğitimle başlar. Bilgi aydınlık geleceğin en önemli anahtarıdır. Öğrenmek, araştırmak, sorgulamak bizi daha bilinçli ve donanımlı bireyler yapar. Sadece bireysel çabalarla sınırlı değildir. Toplumsal dayanışma iş birliği ve adalet de aydınlık geleceğin temel unsurlarıdır. Farklılıklara saygı duymak, hoşgörülü olmak, birlikte çalışmak, bizi daha güçlü bir toplum yapar. Adalet her bireyin eşit haklara sahip olduğu ayrımcılığın olmadığı bir dünya demektir.

Aydınlık bir gelecek için umut sadece bugüne değil yarına da aittir. Gelecek nesillere daha yaşanabilir bir dünya bırakmak bizim en önemli görevlerimizden biridir. Doğayı korumak, çevremize duyarlı olmak, sürdürülebilir bir yaşam için çalışmak, gelecek nesillere bırakacağımız en değerli mirastır. Bir hayal değil bir gerçektir. Bu gerçeği gerçekleştirmek için hepimizin üzerine düşen görevler vardır. Umutla, azimle, inançla çalışarak, aydınlık geleceğin umut dolu sayfalarını birlikte yazabiliriz.

Unutmayalım ki gelecek bizim ellerimizde şekillenir. Umut dolu bir kalple, aydınlık bir geleceğe doğru ilerleyelim.


7 Şubat 2025 Cuma

Liyakatin Kaybı Makamın Ağırlığı

Günümüz dünyasında özellikle de bazı toplumlarda liyakatin yerini makamın aldığına dair yaygın bir kanı var. Bu durum "Proje yok, ziyaret çok... Proje yok, boy boy fotoğraf çok... Proje yok, gezmek var... Proje yok, reklam var... Proje yok, umut tüccarlığı var... Proje yok, kasayı doldurma var..." dizelerinde çarpıcı bir şekilde ifade ediliyor. Bu dizeler aslında liyakatsizliğin farklı tezahürlerini gözler önüne seriyor.

Liyakat, bir kişinin bilgi, beceri ve deneyimleriyle bir görevi yerine getirme yeterliliğidir. Makam ise kişinin sahip olduğu pozisyon veya unvandır. Liyakat sahibi bir kişi makamını hak ederek elde eder ve o makamın gerektirdiği sorumlulukları yerine getirir. Ancak liyakatsiz kişilerin makamlara gelmesi toplumda çeşitli sorunlara yol açar.

Yukarıdaki dizelerde ifade edilen durumlar liyakatsizliğin en belirgin sonuçlarından bazılarıdır. Proje üretmek yerine sürekli ziyaretler yapmak, boy boy fotoğraf çektirmek, gezmek, reklam yapmak, umut tüccarlığı yapmak ve kasayı doldurmak, liyakatsiz kişilerin öncelikleridir. Bu kişiler makamlarını kullanarak kişisel çıkarlarını en üst düzeye çıkarmaya çalışırlar. Toplumun ve kurumların menfaatleri ise önemsiz kalır.

Liyakatsizliğin bir diğer sonucu ise umut tüccarlığıdır. Liyakatsiz kişiler genellikle gerçekçi olmayan vaatlerde bulunarak insanları aldatırlar. Bu vaatler genellikle insanların umutlarını sömürmeye yöneliktir. Liyakatsiz kişiler bu şekilde makamlarını korumaya veya yükseltmeye çalışırlar.

Liyakatsizliğin en büyük zararlarından biri de toplumda adaletsizliğin artmasına neden olmasıdır. Liyakatsiz kişiler kayırmacılık yaparak kendi yakınlarını ve yandaşlarını kayırırlar. Bu durum liyakat sahibi kişilerin haklarının yenmesine ve toplumda huzursuzluğun artmasına yol açar.

Özetlemek gerekirse liyakatin olmadığı yerde makamın bir değeri yoktur. Liyakat sahibi kişilerin makamlara gelmesi toplumun ve kurumların gelişmesi için şarttır. Liyakatsizliğin yol açtığı sorunlarla mücadele etmek için toplumda liyakat bilincini artırmak ve liyakatsiz kişilerin makamlara gelmesini engellemek gerekmektedir.


Önemli Olan Zirve Değil, Duruş

 

Muhsin Yazıcıoğlu'nun o veciz sözü;

"Haksız bir davada zirve olmaktansa, haklı bir davada zerre olmayı tercih ederim…"

sadece bir siyasi duruşun değil aynı zamanda bir yaşam felsefesinin de özeti adeta. Bu söz hakkaniyetin, adaletin ve doğrunun her şeyin üzerinde olduğunu vurgularken güç, makam ve şöhret gibi dünyevi hırsların, ilkeli duruşun ve ahlaki değerlerin yanında ne kadar değersiz kaldığını gözler önüne seriyor.

Günümüzde gücün ve menfaatin ön planda olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Birçok insan haksız yollara başvurarak başkalarının hakkını yiyerek yükselmeye çalışıyor. Ancak bu şekilde elde edilen başarılar aslında içi boş temelsiz ve geçicidir. Çünkü haksızlık üzerine kurulan bir zirve er ya da geç yıkılmaya mahkumdur.

Muhsin Yazıcıoğlu'nun bu sözü tam da bu noktada devreye giriyor. Bize doğru bildiğimiz yolda zorluklara rağmen ilerlememiz gerektiğini haksızlıklara karşı durmamız ve kendi değerlerimizden ödün vermememiz gerektiğini hatırlatıyor. Zirvede olmak değil doğru yerde durmak önemlidir. Haksız bir davada zirvede olmak aslında bir bataklıkta çırpınmaktan farksızdır. Çünkü vicdan azabı insanın iç huzurunu yok eder ve onu mutsuzluğa sürükler.

Haklı bir davada zerre olmak ise aslında en değerli zirvedir. Çünkü bu zirve insanın kendi vicdanında yükseldiği ahlaki değerleriyle taçlandığı bir zirvedir. Bu zirvede insan huzurlu, mutlu ve onurlu bir şekilde yaşar. Başkalarının takdirini kazanmak değil kendi vicdanının takdirini kazanmak önemlidir.

Sadece siyasetçilere değil tüm insanlara bir öğüt niteliğindedir. Her birimiz hayatımızın her alanında doğru ve adil olmaya özen göstermeliyiz. Haksızlıklar karşısında susmamalı kendi değerlerimize sahip çıkmalıyız. Unutmayalım ki haksız bir davada zirve olmak aslında bir hiçliktir. Haklı bir davada zerre olmak ise ebedi bir değerdir.

Sonuç olarak değerlendirmek gerekirse Muhsin Yazıcıoğlu'nun bu değerli cümlesi bir başka deyişle söz, bize doğru yolu gösteren bir ışık ve bir pusula niteliğindedir. Hayatımızın her alanında rehber edinerek daha adil daha dürüst ve daha onurlu bir yaşam sürebiliriz.


4 Şubat 2025 Salı

Esareti Kabul Etmiyorum!

Muhsin Yazıcıoğlu, Türk siyasi tarihinde önemli bir yere sahip olan bir liderdir. Siyasi yaşamı boyunca inandığı değerler uğruna mücadele etmiş cesur ve kararlı duruşuyla tanınmıştır.

"Ben hürriyetine düşkün bir adamım. Esareti kabul etmiyorum!"

Sözü sadece bir slogan değil aynı zamanda onun yaşam felsefesini ve siyasi anlayışını özetleyen bir ifadedir.

Bu söz Yazıcıoğlu'nun özgürlüğe olan düşkünlüğünü ve esarete karşı duruşunu açıkça ortaya koymaktadır. Onun için özgürlük her şeyin üstünde tuttuğu bir değerdir. Esareti ise insanın iradesinin kısıtlanması, düşüncelerinin engellenmesi ve hayatının başkaları tarafından yönlendirilmesi olarak görmektedir. Bu nedenle esarete karşı her zaman mücadele etmiş ve özgürlüğün savunucusu olmuştur.

Yazıcıoğlu sadece kendi döneminde değil günümüzde de hala yankı uyandırmaktadır. Onun özgürlük anlayışı pek çok insana ilham kaynağı olmuş ve onların da özgürlüklerine sahip çıkmalarına vesile olmuştur. Aynı zamanda Türk milletinin de özgürlüğe olan düşkünlüğünü ve esarete karşı duruşunu simgelemektedir.

Bazı kaynaklarda, Yazıcıoğlu'nun bir grup arkadaşıyla sohbet ederken bu sözü söylediği iddia edilmektedir. Bu iddialara göre Yazıcıoğlu'na sigara uzatan bir kişi, onun sigara içmediğini bildiği halde ısrarla sigara teklif etmiştir. Yazıcıoğlu ise bu duruma tepki göstererek "Ben hürriyetine düşkün bir adamım. Esareti kabul etmiyorum!" şeklinde cevap vermiştir.

Onun özgürlük anlayışını ve esarete karşı duruşunu yansıtan önemli bir ifadedir. Bu söz sadece onun kendi yaşamını değil, aynı zamanda Türk milletinin de özgürlük anlayışını ve esarete karşı duruşunu simgelemektedir. Yazıcıoğlu'nun bu sözü günümüzde de hala yankı uyandırmakta ve pek çok insana ilham kaynağı olmaktadır.

 

 


25 Ocak 2025 Cumartesi

Menfaat Çarkında Kaybolan Bir Toplum

 

Bu topraklarda "Ben de varım…" demek yüzyıllardır bir onur ve bir sorumluluk ifadesi olmuştur. Vatan için millet için değerler için canını feda eden nice kahraman bu "varım" sözünün ne denli ağır bir yük olduğunu göstermiştir. Ancak günümüzde bu söz maalesef anlamını yitirmekte içi boş bir söylem haline gelmektedir. Sözde herkes var, mangalda kül bırakmayanlar çok ama özde yani eyleme döküldüğünde sorumluluk alındığında fedakarlık gerektiğinde ortalıkta kimse kalmamaktadır. Menfaat çarkı dönüyorsa herkes orada dönmüyorsa "aman ne işim var" modunda bir toplumla karşı karşıyayız. Bu durum kültürel, ahlaki ve manevi bir çöküşün de habercisi olarak karşımızda durmaktadır.

Bu çöküşün en belirgin göstergesi "çıkar" kavramının her şeyin önüne geçmiş olmasıdır. Bireylerin eylemlerini, kararlarını ve hatta ilişkilerini belirleyen temel faktör menfaatleri haline gelmiştir. Toplumsal fayda, ortak değerler, ahlaki ilkeler gibi kavramlar çoğu zaman lafta kalmakta pratikte hiçbir karşılık bulamamaktadır. "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın…" anlayışı toplumun kılcal damarlarına kadar işlemiş duyarsızlık ve kayıtsızlık adeta bir yaşam biçimi haline gelmiştir.

Toplumun ortak değerleri, gelenekleri ve görenekleri, menfaat odaklı bir yaşam tarzı karşısında erimektedir. Geçmişten gelen kültürel miras, yeni nesillere aktarılamamakta kültürel bir boşluk oluşmaktadır.

Dürüstlük, adalet, hakkaniyet gibi ahlaki değerler, yerini çıkarcılığa, bencilliğe ve iki yüzlülüğe bırakmaktadır. Toplumda güven duygusu azalmakta, insanlar birbirine karşı şüpheyle yaklaşmaktadır.

Maddi değerlerin manevi değerlerin önüne geçmesiyle birlikte, toplumda bir anlam arayışı ortaya çıkmaktadır. İnsanlar, manevi tatmin bulamayınca, boşluk ve anlamsızlık duygularıyla baş başa kalmaktadır.

Bu gidişatın sonu ne olacak sorusu ise hepimizi düşündürmesi gereken en önemli sorudur. Eğer bu gidişata dur denilmezse toplumun temelleri sarsılacak birlik ve beraberlik duygusu yok olacak ve geleceğe dair umutlar tükenecektir.

Bu durumdan çıkış için öncelikle bireysel bir farkındalık yaratmak gerekmektedir. Her birey kendi menfaatlerinin ötesine geçerek toplumsal faydayı düşünmeli, ahlaki değerlere sahip çıkmalı ve manevi değerlere önem vermelidir. Eğitim sistemi, medya, sivil toplum kuruluşları gibi kurumlar da bu konuda önemli bir rol oynamalıdır. Toplumda dürüstlüğü, adaleti, paylaşmayı, yardımlaşmayı ve dayanışmayı teşvik eden bir kültürün yeniden inşa edilmesi gerekmektedir.

Unutmayalım ki bir toplumun geleceğe sadece ekonomik göstergelerle değil aynı zamanda kültürel, ahlaki ve manevi değerleriyle de şekillenir. "Sözde var…" olmaktan "Özde var…" olmaya geçmek menfaat çarkının dışına çıkarak toplumsal sorumluluklarımızı yerine getirmek ancak bu şekilde daha iyi bir gelecek inşa edebiliriz. Aksi takdirde sözde kahramanlıkların içi boş söylemlerin ve menfaat odaklı bir yaşamın pençesinde yok olmaya mahkum kalırız.

 


Sürdürülebilir Geleceğin Yeni Aktörü

Sivil toplum kuruluşları artık klasik yaklaşımların ötesine geçmelidir. Artık yeni geleceğin paradigması olacak kavramı ortaya çıkarıyorum; ...