20 Nisan 2025 Pazar

Kavuşan Hayaller

 

Yıl 1960’tı. Temmuz ayı, son on yılın en sıcak günlerinden birini yaşatıyordu insanlara. Güneş, gökyüzünde adeta durmadan parlıyor; gölgeler bile terliyordu. O kavurucu yaz gününde iki bebek dünyaya geldi: Aslı ve Turgay. İkisi de teyze çocuklarıydı yani anne tarafından kuzenlerdi. Aynı ay içerisinde doğmuş adeta kader onları daha doğmadan bir araya getirmişti.

Aslı esmer teni, mavi gözleri, orta boyu ve dalgalı saçlarıyla dikkat çeken bir kız çocuğuydu. Turgay ise uzun boylu, kahverengi gözlü, düz saçlı ve esmerdi. Çocuklukları iç içe geçmişti; birlikte oynar, birlikte yer içer ve birlikte gülerlerdi. Aralarındaki bağ öylesine kuvvetliydi ki yaşadıkları küçük tartışmalar, küslükler kısa sürer ve ardından kahkahalarla barışırlardı. Zamanla bu bağ sadece arkadaşlıktan öte bir alışkanlığa bir ruh yoldaşlığına dönüşmüştü.

Aynı mahallede büyüdüler. Aynı ilkokulda, aynı ortaokulda, lisede ve üniversitede okudular. Ancak ortaokul yıllarında kısa bir ayrılık yaşamak zorunda kaldılar. Turgay beyninde çıkan tümör nedeniyle tedavi için yurtdışına gitmişti. Ameliyat zorluydu ama başarılı geçmişti. Yaklaşık bir yıl sonra tekrar geri döndü. Aslı o dönem yaş olarak küçüktü ve ne olup bittiğini tam olarak anlayamamıştı. Ama Turgay’ın yokluğu kalbinde büyük bir boşluk bırakmıştı. Derslerine odaklanamıyor hiçbir şeye hevesi kalmıyordu. Sene sonunda sınıfta kalması bu eksikliğin ne kadar derin olduğunu özetler gibiydi.

Turgay’ın dönüşüyle Aslı yeniden hayata tutunmuştu. Eskisinden daha sıkı sarıldılar birbirlerine. Beraber ders çalıştılar beraber başarılar kazandılar. Aslı'nın hayali bir gün ses sanatçısı olmaktı. Turgay ise gökyüzünü mesken tutmak pilot olmak istiyordu. Ancak zamanla hayalleri de değişti; çocukluk hayallerinin yerini daha gerçekçi hedefler aldı. En sonunda her ikisi de hukuk fakültesine girip biri hâkim diğeri savcı olma hedefinde birleşti.

Üniversitenin son sınıfına geldiklerinde bir gün Turgay ders çıkışı eve dönüş yolunda Aslı’ya gülerek sordu:

“Aslı hiç bana göre bir kız arkadaşın yok mu? Hani tanışabileceğim evlenebileceğim biri?”

Aslı duyduklarına önce inanamadı. Dondu kaldı. Yıllardır içinde biriktirdiği duygular boğazında düğüm olmuştu. Turgay’ın bu kadar umursamaz bir şekilde sorduğu soru, içini acıttı. Ama belki de bu onun için bir fırsattı. Gözleri öfkeyle ama içinde gizlenmiş bir hüzünle parladı. Dolu dolu gözlerle Turgay’a döndü:

“Eğer bakmasını bilirsen evlenilecek kızı karşında görürsün.”

Bu söz yıllardır kalbinde sakladığı sırrı açığa vurmuştu. Gözleri artık tutamayacağı yaşlarla dolmuştu. Hemen oradan uzaklaştı. Turgay donup kaldı. Sözlerin anlamı yavaş yavaş zihnine yerleşti. “Az önce gönlünün bende olduğunu söyledi.” diye düşündü kendi kendine. O gece sabaha kadar uyuyamadı. Duygularını tarttı yıllardır bastırdığı hislerle yüzleşti. Aslında o da Aslı’yı seviyordu ama bir türlü kendine bile itiraf edememişti.

Ertesi gün ailesiyle konuştu. Konuyu daha fazla uzatmadan resmiyete dökmek istiyordu. O akşam Aslı’yı istediler. Her iki taraf da mutluydu. Bir ay sonra söz yüzükleri takıldı. Altı ay içinde nişan yapıldı ve üniversite bitince evlendiler. Aslı'nın o gün attığı cesur adım hayatlarının temelini oluşturmuştu.

Yıllar hızla geçti. Aslı hâkimlik, Turgay ise savcılık hayalini gerçeğe dönüştürdü. Hayatlarını meslekleriyle birlikte büyütürken sıra çocuk sahibi olmaya geldi. Dört yıl sonra kızları Zeynep dünyaya geldi. Ama aylar geçtikçe Zeynep’te bazı farklılıklar gözlemlemeye başladılar. Hareketlerinde bir tuhaflık vardı. Doktora gittiklerinde önce bir şey çıkmadı ancak içleri rahat etmeyince başka bir hastaneye başvurdular.

Doktor gerekli tetkiklerin ardından acı haberi verdi: Zeynep’in kafatası ön kısmı tam olarak kaynamamıştı. Bu nedenle vücudunun hareket kabiliyeti kısıtlı olacaktı; yani Zeynep ömür boyu engelli yaşayacaktı.

O an dünya başlarına yıkıldı. İçleri acıdı ama pes etmediler. Kızlarını her hâliyle sevdiler bağırlarına bastılar. Aslı ise zamanla içine kapanmaya başladı. Kocasının sevgisinin azalacağını hatta belki de kendisini terk edeceğini düşündü. Ancak Turgay aksine daha çok sarıldı ailesine. Çocuklarına olan şefkati Aslı’nın içini ısıtıyordu.

Zaman geçtikçe ikinci bir çocuk sahibi olmayı istediler. Aslı, “Belki bu sefer her şey daha güzel olur.” diye düşünüyordu. Ve Hüseyin dünyaya geldi. Ama ne yazık ki onun da bazı sağlık sorunları vardı. O da engelli bir çocuktu.

Aslı tamamen çökmüştü. İçten içe kendisini suçluyor, “Turgay böyle bir hayatı hak etmiyor.” diye düşünüyordu. Çocuklarını çok seviyordu ama içinde bir yetersizlik hissiyle boğuşuyordu.

Bir gün dayanamayıp Turgay’ı karşısına aldı:

“Ben seni çok sevdim. Ama belki de seninle evlenmemeliydim. Şimdi iki engelli çocuğumuz var. Sen çalışıyorsun, ben çalışamıyorum. Sana yük olduk. Bizi arkanda bırak. Daha iyi bir hayat kur. Ben çocuklarımıza bakarım. Sen mutlu ol.”

Turgay bir süre sessiz kaldı. Gözleri dolmuştu. Sonra Aslı’nın dizlerinin dibine çöktü. Ellerini tuttu  gözlerinin içine baktı:

“Aşkım… Ne olur beni senden ve çocuklarımdan ayırma. Siz benim hayatımdaki en kıymetli varlığımsınız. Seninle kurduğum bu yuvadan başka hiçbir şey istemiyorum. Yeter ki yanımda olun. Sizin yükünüz benim en büyük mutluluğum.”

Bu sözlerle birlikte Turgay hıçkırıklara boğuldu. Aslı da daha fazla dayanamadı gözyaşlarına boğuldu. Sarıldılar sıkı sıkıya… O an birbirlerine olan sevgileri bir kez daha sınanmıştı ve kazanan yine sevgileri olmuştu.

Artık daha güçlüydüler. Her şeyin üstesinden birlikte gelebileceklerine inanıyorlardı. Çünkü aşk, sadece güzel günlerde değil zor zamanlarda da sevdiklerinin elinden tutabilmekti. Ve onlar hayatın bütün yüklerini omuz omuza taşımaya yeminliydiler.


14 Nisan 2025 Pazartesi

Renk Kuşağının Sınırında

Gökyüzü üç gündür aynı renkti; ne tam gri ne de maviye yakın... Sanki mevsimler zamanın ellerinden düşen bir bardak gibi parçalanmıştı ve kalan kırıklarla yaşıyordu şehir. İşte o gün tam 16:17’de, Karasinek Sokak’taki eski kitapçıda başladı her şey. Kitapçı bile artık kitap kokmuyordu, yaşanmışlık kokuyordu sanki raflarda biriken tozlar bile zamanın iç çekişini duyuyordu.

Adam, kapının çanı sessizce çalarken girmişti içeri. Ne ellerinde kitap arayışı vardı ne de gözlerinde bir merak. Bir zamanlar çok sevdiği bir rüyaya yürür gibiydi; her adımı, geçmişin cam kırıklarına basıyor gibi.

Rafta sararmış sayfaların arasına sıkışmış bir ayracı fark etti. Sıradan bir ayraç değildi bu; bir şiirin tam ortasında unutulmuş bir bakış gibiydi. Üzerinde soluk bir el yazısıyla şu yazılıydı:

“Bugün hangi hikâyede kalmıştık?”

Elini uzattı ama dokunmadı. Bazı şeyler dokunulursa bozulur ya işte öyle bir çekinmeydi bu. O ayracın ait olduğu hikâyeyi hatırlamaya çalıştı… Ama hikâyeyi değil hissi hatırladı önce. Göğsünde bir sızı… Sanki biri, içini bir şiirle çizmişti de her kıtasında yeniden kanıyordu.

Bir zamanlar o da yazardı. Özlemi… Sevdayı… Ama en çok "onu".

Bir nefesti "onu" sevebilmek.

Öyle yakıcı bir nefes ki, bazen iç çekişlerinde duman çıkar sanırdı aynada kendine bakarken.


O kadın… Adını hiç söylemedi kimseye.

Çünkü adı bir sırrın şifresiydi.

Ona "Renk Kuşağı" derdi kendi içinde.

Çünkü ne zaman onu düşünse duygularının sınırında gökkuşağı gibi geçici, ama büyüleyici bir görüntü oluşurdu.

Renklerin bile onun yanında eksik kaldığını düşünürdü.


Birbirlerine hiç “seni seviyorum” demediler.

Çünkü bazı sevgiler, söylenirse küçülür.

Onlarınki sustukça büyüyendi.


Ama işte, bir gün, gökyüzü rendelenmeye başladı. Kadın gitti.

Ne bir mektup ne bir veda sadece bir şiirin ortasında unutulmuş bir ayraç bıraktı.

Ve belki de o gün adamın içindeki fırtına ömrü boyunca dinmedi.


Şimdi, o kitapçıda yıllar sonra o ayracı tekrar görünce sadece şunu düşündü:

"Belki de biz, bir şiir kadar yakındık birbir ama hep bir şiir kadar da uzakta kaldık."


Kitabı aldı, çıkmadan önce dönüp bir kez daha baktı kitapçıya.

Sanki biri birazdan içeri girip,

“Bugün hangi hikâyede kalmıştık?” diyecek gibiydi.


Ama kimse gelmedi.

Ve bazı hikâyeler, hiç tamamlanmamak için yazılır...


Hasrete Bir Kala / Şiir

Bir nefesti seni sevebilmek,

Ciğerlerimi yakarcasına doluşan.

Malum yürekte esen bir fırtına,

Akılda ise efkârlı bir bulut.

 

Bir şiir olsa, kelimelerin heyecanıyla yazılan,

Eşsiz bir duygu seliyle satırlara uzanan.

Hasrete bir kanat çırpışı kadar uzak,

Dizelerde delirircesine yaşanabilen.

 

Şeytandı, melekti sağa sola çekiştiren,

Renk kuşağı sınırında gezinen deli gönül.

Gökyüzü yine rendelenmeye başladı,

Hayallere dalmış bir adamın üstüne.

 

Bir şiir kadar uzakta, bir şiir kadar yakında,

Söyle bana güzel bir redifle gidebilir misin?

Hiçbir şey kadar uzak, her şey kadar yakın,

Söyle bana güzel sen kimsin, ben misin? 

----------------------------             ----------------------------

Satır arası sakladığım duygu ayracım,

Bugün hangi hikâyede kalmıştık…

----------------------------    ----------------------------

Sürdürülebilir Geleceğin Yeni Aktörü

Sivil toplum kuruluşları artık klasik yaklaşımların ötesine geçmelidir. Artık yeni geleceğin paradigması olacak kavramı ortaya çıkarıyorum; ...