28 Mayıs 2025 Çarşamba

Yalan Dünya

Genç bir dervişin yolu bir gün çöle düşer. Kavurucu güneşin altında yürürken içten içe sitem etmeye başlar. Ne hayatın zorluklarına ne de dünyanın geçiciliğine dair bir çözüm bulabilmektedir. Tam bu sırada kulağına gizemli bir ses gelir. Derviş şaşkınlıkla arkasına döner ve o an ne görsün? Kendisine doğru hızla yaklaşan bir aslan! Korkuya kapılır yüreği yerinden çıkacak gibi olur. Can havliyle kaçmaya başlar.

Koşarken ileride bir kuyu görür. Kurtuluş ümidiyle o yöne yönelir ve kuyunun kenarındaki ağaca bağlı bir ipe sarılarak kendini aşağıya bırakır. Fakat kuyunun derinliklerine indikçe içine bir huzursuzluk çöker. Aşağıya doğru baktığında kuyunun dibinin yılanlar ve akreplerle dolu olduğunu fark eder. Genç derviş bir an durur düşüncelere dalar:

“Yukarı çıksam aslan var, beni parçalayacak. Aşağı insem, yılanlar ve akrepler var zehirlenip öleceğim. Ne yapmalıyım?”

Tam bu sırada ipi tutunduğu yerden kemirmeye başlayan iki fare dikkatini çeker: biri siyah diğeri beyaz. Zamanın sembolü gibi gece ve gündüz… Sessizce ipi zayıflatmaktadırlar. Derviş artık çaresizliğin en derininde salınırken ağacın dalındaki bir bal kovanından birkaç damla bal başına damlar. Refleksle elini uzatır ve parmaklarına damlayan balı tadar.

“Gerçekten bal bu…” der içinden. O tat bir an için tüm korkusunu unutturur. Gözlerini kapatır ve damağında kalan o lezzetin huzurunu hisseder… Ve o an birden uyanır.

Rüyaymış…

Derin bir nefes alır. Gördüklerinin anlamını öğrenmek için vakit kaybetmeden bir evliyanın huzuruna varır. Rüyasını detaylarıyla anlatır ve sonunda sorar:

“Rüyamın yorumu nedir?”

Evliya gülümseyerek cevap verir:

“Anlamadın mı hala gördüklerini?”

“Peşinden gelen aslan ölüm meleği Azrail’dir.

Kuyunun dibi seni bekleyen kabir hayatıdır.

Sarıldığın ip ömründür.

Onu kemiren siyah ve beyaz fareler ise gece ve gündüzdür; ömrünü yavaş yavaş tüketirler.
Ve o bal… işte o bal dünyanın geçici lezzetidir. O tat sana ölümü ve ahireti unutturur.”

Derviş başını eğer. Kalbine bir hakikat çöker.

Hayat, o an başka bir boyut kazanır onun için. Çünkü anlamıştır artık…

Dünya, bir rüyadan ibarettir.

Ve bal ne kadar tatlı olsa da geride bekleyen gerçeklik çok daha derindir.


24 Mayıs 2025 Cumartesi

Son Bakışın Hatırası

 

Pencereden süzülen güneş ışığı yüzüne vururken Kerem zamanın nasıl da hızla aktığını düşünüyordu. Üniversitenin son yılına girmişti ve bu düşünce bile tuhaf bir hüzünle karışık heyecan uyandırıyordu içinde. Otobüsün camına yaslanmış ve İstanbul'un gürültüsünden uzaklaşıp Balıkesir'in dinginliğine doğru yol alırken hayatının en önemli karşılaşmasına hazırlıksızdı.

Bursa otogarına yaklaşırken trafik sıkışmıştı. Şoför mola vereceklerini anons ettiğinde Kerem gözlerini orta kapının yanındaki koltuğa doğru çevirdi. O anda gördüğü manzara hayatının geri kalanında hafızasına kazınacaktı: Sarı saçları omuzlarına dökülen, yeşil gözlerinde derin bir hüzün taşıyan genç bir kız yanındaki koltuğa yerleşiyordu. Kızın zarif hareketleri ve düşünceli bakışları Kerem'i büyülemişti. Farkında olmadan ona bakakaldığı o an kız da başını çevirip gözlerini Kerem'in gözlerine dikti. İki yabancı arasındaki bu elektrik yüklü bakışma sadece birkaç saniye sürdü ama Kerem için sonsuzluk kadar uzun geldi.

Balıkesir otogarına vardıklarında Kerem yorgunluktan uyuyakalmıştı. Aniden duyulan fren sesiyle irkildiğinde ilk işi yanındaki koltuğa bakmak oldu. Boştu. Panikle valizini kapıp dışarı fırladı. Kalabalıkta gözleri tam minibüse binen o sarışın kızı aradı. Ve sonunda onu gördü yeşil gözleri hâlâ zihninde canlıydı. "Dur!" diye bağırdı ama sesi trafiğin gürültüsünde kayboldu. Minibüs uzaklaşırken Kerem dizlerinin üzerine çökmüş ve nefes nefese kalmıştı. İçinden bir ses "İlk defa birinden böyle etkilendim ve onu kaybettim..." diyordu.

Ertesi hafta üniversiteye döndüğünde kampüs otobüsüne binerken aklı hâlâ o yeşil gözlerdeydi. Enes'le sohbet ederken gözleri aniden camdan dışarıya kaydı. Kırmızı körüklü otobüsün arka penceresinde tam da o anda dışarı bakan o gözleri gördü. İkisi de donup kaldı. Otobüsler ayrılırken bile bakışlarını ayıramadılar.

"Kimdi o?" diye sordu Enes merakla.

"Bilmiyorum," diye mırıldandı Kerem ama kalbi deli gibi çarpıyordu.

Bir ay boyunca kampüsün her köşesinde o gözleri aradı. Her sarışın kız gördüğünde kalbi hızlanıyor sonra hayal kırıklığına uğruyordu. Ta ki bir cumartesi günü alışveriş merkezindeki piyanonun başına oturup çalmaya başlayana kadar. Notalar parmaklarının altında canlanırken bir alkış sesi duydu. Başını kaldırdığında karşısında o yeşil gözleri gördü.

"Çok güzel çalıyorsunuz…" dedi kız, dudaklarında utangaç bir gülümsemeyle.

Kerem'in dili tutulmuştu. "Be-ben Kerem…" diye kekeledi.

"Ben de Dilara…" diye karşılık verdi kız ve o an ikisi de hayatlarının artık eskisi gibi olmayacağını hissettiler.

Aylar birlikte geçip gitti. Kütüphanede ders çalışıyor, şehir parklarında uzun yürüyüşler yapıyor ve küçük kafelerde saatlerce konuşuyorlardı. Kerem, Dilara'nın kitap okurken kaşlarını çatışını, en küçük şeylere bile heyecanlanışını ve geceleri yıldızlara bakarken gözlerinde parlayan ışığı seviyordu.

Ta ki o kara gün gelene kadar. Telefon çaldığında kardeşi Ali'nin hıçkırıklarını duydu:

"Abi... babamız... kalp krizi..."

Kerem'in dünyası başına yıkıldı. İstanbul'a koştu ve cenazeye yetişti. Babasının soğuk yüzüne son kez bakarken artık ailesinin tek dayanağının kendisi olduğunu anladı.

Balıkesir'e döndüğünde Dilara onu bekliyordu. Ama Kerem ona yük olmak istemedi. "Bitti…" dedi sesi titreyerek. "Bundan sonra... biz yokuz." Dilara'nın gözleri doldu ama Kerem arkasını dönüp gitti. Onu korumak için sevgisinden vazgeçmişti.

Aylar sonra Dilara televizyonda bir haber gördü. Ekranda Kerem'in fotoğrafı vardı. Elleri titreyerek odasına koştu Kerem'in yazdığı mektupları çıkardı. Son mektupta şunlar yazıyordu:

"Sevgili Dilara,

Seni sevdim. Belki de hayatımda ilk defa bu kadar saf, bu kadar gerçek bir şey hissettim. Ama hayat bana seni hak etmediğimi gösterdi. Babamın yokluğunda aileme bakmak zorundayım. Senin geleceğini mahvetmeye hakkım yok. Affet beni.

Her zaman senin olan, Kerem."

Dilara mektubu göğsüne bastırıp hıçkırarak ağladı…

 

"Gözlerindeki o son bakış, bir vedadan çok daha fazlasını taşıyordu. İçinde kaybolduğumuz bütün yarım kalmış hayallerimiz, hiç söyleyemediğimiz bütün kelimeler ve asla yaşayamayacağımız bütün o güneşli sabahlar vardı."

19 Mayıs 2025 Pazartesi

KABE'NİN GÖLGESİNDE BİR ÖMÜR

 

Boncuk gözlü, hilal kaşlı, kıvırcık saçlı ve ay yüzlü Meryem henüz dört yaşındayken hayatının en önemli anını yaşadı. İkindi vakti abisiyle oyun oynarken televizyondan yükselen ezan sesiyle irkildi. Ekranda Kabe imamı her milletten ve her tenden insanlara namaz kıldırıyordu. Kamera Kabe'ye yaklaştıkça minik yüreği heyecanla çarpmaya başladı.

"Abi o ne?" diye sordu titrek bir sesle, parmağıyla ekranı göstererek.

"O bizim kıblemiz güzel kardeşim. Adı Kabe'dir."

Bu sözlerle birlikte içini sıcacık bir duygu kapladı. "Neden etrafında dönüyorlar?" diye merakla sordu.

"Kâbe'nin etrafında tavaf ediyorlar. Allah'ın evini ziyaret ediyorlar."

"İnşallah biz de gideriz abi."

"İnşallah kardeşim."

O günden sonra Kabe Meryem'in kalbinde büyüyen bir aşka dönüştü. Boş vakitlerinde Mekke'nin sokaklarını ve tarihi yerlerini araştırıyordu. Daha hiç gitmediği halde orayı kendi evi gibi biliyordu.

Yıllar geçti ve Meryem büyüdü. Üniversitede mimarlık eğitimi aldı ve mezun olur olmaz bir proje ofisinde çalışmaya başladı. İlk maaşını aldığı gün çocukluk hayalini gerçekleştirmek için para biriktirmeye başladı. Bir yıl boyunca kıt kanaat geçinerek, her kuruşunu umre için ayırdı.

Nihayet beklenen gün geldi. Pasaport ve vize işlemlerini tamamladı ardından biletini aldı. Ailesi onu havaalanından dualarla uğurladı. Uçak kalkarken, pencereden İstanbul'un ışıklarına bakarken gözleri doldu. "Sonunda gidiyorum…" diye fısıldadı kendi kendine.

Mekke'ye ayak bastığında yılların özlemi bir anda gözyaşlarına dönüştü. Kabe'yi ilk gördüğü an tüm bedeni titredi. O muazzam siyah örtülü kubbe hayallerinde canlandırdığından çok daha heybetliydi. İlk tavafını yaparken her adımda yeni bir duygu keşfetti. Sanki tüm hayatı boyunca aradığı huzuru nihayet bulmuştu.

Ancak bu kutlu yolculuk beklenmedik bir imtihana dönüştü. Yola çıkmadan önce yakalandığı soğuk algınlığı zamanla Mekke'nin kavurucu sıcağında zatürreye dönüştü. Doktorlar dinlenmesini ve hatta acilen dönmesini söyledi. Ama Meryem; "Ben buraya ölmeye değil, yaşamaya geldim…" diyerek tavaf etmeye devam etti.

Her adımı acı veriyor ve nefes almak gittikçe zorlaşıyordu. Ama Kabe'nin etrafında dönerken tüm acılar unutuluyordu. Bir gün Mescid-i Haram'ın avlusunda yere yığıldı. Yanındakiler hemen hastaneye yetiştirdi.

Doktor muayenesinden sonra yüzleri asıktı: "Hastalığı zatürreye dönüşmüş. Ciğerleri çok zayıf düşmüş. Dinlenmesi gerekiyor."

Ama Meryem dinlemedi. Mekke ve Medine sokaklarında hasta haliyle gezmeye devam etti. Her gün biraz daha kötüleşiyor ama ibadetlerini asla aksatmıyordu. Arkadaşları onu ikna etmeye çalıştı:

"Lütfen kendine iyi bak. Geri dönmelisin."

"Benim için en büyük iyilik burada olmaktır…" diye yanıt verdi Meryem. Yüzündeki huzur dolu ifadesi herkesi şaşırtıyordu.

Dönüş vakti geldiğinde uçak İstanbul'a inerken gözleri hala kutsal topraklardaydı. Ailesine kavuştuğu anda yığılıp kaldı. Hastaneye kaldırıldığında durumu kritikti. Doktorlar annesini bir kenara çekti:

"Teyzeciğim, kızınızın ciğerleri bitmek üzere. Keşke daha erken getirseydiniz."

Annesi içten içe yıkıldı ama Meryem'e belli etmedi. Hastane odasında kızının başında beklerken Meryem elini tuttu:

"Anne, üzülme. Ben Rabbime kavuşuyorum. Kâbe'yi gördüm artık hiçbir şey için üzülmeye değmez."

41. günün şafağında kelime-i şehadet getirerek gözlerini kapadı. Dudaklarında son bir gülümseme vardı.

İmam cemaate dönüp şöyle dedi: "Kim Allah yolunda ölürse bilin ki o aslında diridir."

Meryem'in hikayesi orada bir efsaneye dönüştü. Kâbe'ye olan aşkı ölümün bile söndüremediği bir meşale oldu. Geride iman dolu bir ömür ve bitmeyen bir ilham bıraktı.

11 Mayıs 2025 Pazar

Hüzünle Geçen Zaman

 

Eyüp’ün daracık sokaklarında gölgelerin arasında sessizce dolaşan bir adam vardı. Üstündeki yıpranmış paltosu, sakallı yüzü ve derin bakışlarıyla herkesin dikkatini çekiyordu. Kimdi bu adam? Neden bu kadar asil duruşlu bir insan sokaklarda yaşıyordu?

Eyüp halkı onu yıllardır görüyordu ama kimseyle konuşmuyordu. Dilencilik yapıyor ama sadece karnını doyuracak kadar para alıyor ve fazlasını reddediyordu. Zamanla "Evsiz Adam" diye anılmaya başlandı. Öyle ki, İstanbul’un dört bir yanında onun hikâyesi konuşuluyordu.

Genç gazeteci Yusuf bu gizemli adamın peşine düştü. Onu bulmak için günlerce Eyüp’ü arşınladı. En sonunda bir çaycı çırağının dediğine göre adamı Pierre Loti’ye çıkan mezarlıkta buldu. Necip Fazıl Kısakürek’in mezarı başında toprağı avucuna alıp tane tane döküyordu. Sanki derdini toprağa anlatıyor gibiydi.

Yusuf sessizce yanına oturdu. Konuşmaya çalıştı ama adam hiç cevap vermedi. Günler ve haftalar geçiyordu. Yusuf onu takip etmekten vazgeçmedi. Her gün aynı rutini sabah Eyüp Sultan Camii’nde dilenme, öğleden sonra mezarlıkta saatlerce oturma ve akşam ise sahilde Haliç’i seyretme...

Bir gün Balat sahilinde bankta otururken Yusuf ona yaklaştı. Kendi hikâyesini anlattı:

"Ben de bir yetimim. Ailemi hiç tanımadım. Tek hatıram boynumdaki bu yarım kolye..."

Evsiz adam gözlerini Yusuf’a dikti. İlk kez bir tepki veriyordu. Ama sonra aniden başı öne düştü. Bayılmıştı.

Ambulansla hastaneye yetiştirildi. Doktor onu görünce şaşkınlıkla "Prof. Dr. Hamit Bey!" diye haykırdı. Yusuf’un kalbi hızla çarptı. Doktor anlatmaya başladı:

"Yıllar önce bir trafik kazası geçirdi. Eşi öldü ve oğlu kayboldu. O günden sonra kendini kaybetti. Sokaklarda yaşamaya başladı."

Yusuf doktorun verdiği adrese koştu. Tozlu ve terk edilmiş bir ev... İçeri girdiğinde duvardaki aile fotoğrafında bir çocuk gördü. Çocuğun boynundaki yarım kolye tıpkı kendisininki gibiydi. Hemen kolyesini çıkardı ve fotoğraftakiyle birleştirdi. Mükemmel bir uyum.

Sonra aynaya baktı. Fotoğraftaki çocuğun boynundaki ben, aynen ondaydı.

"Bu benim... O benim babam!"

Hastaneye koştu. Koşarken aklına binlerce soru üşüştü: 

"Neden hiç konuşmadı? Beni tanıdı mı? Keşke daha önce bulsaydım..."

Odaya girdiğinde babası zor nefes alıyordu. Yusuf titreyen ellerle kolyeyi gösterdi:

"Baba... Ben senin oğlunum."

Hamit Bey’in gözleri doldu. Zorlukla konuştu:

"Canım... oğlum..."

Ve son nefesini verdi.

Yusuf babasını bulduğu anda kaybetmişti. Ama o an hayatında ilk kez "oğlum" kelimesini duymanın tarifsiz hüznü ve mutluluğuyla kalakaldı.

Dışarıda Eyüp’ün sokaklarında hüzünlü bir rüzgâr esiyordu. Sanki zaman yıllar önce kaybolan bir babanın ve oğlun hikâyesine ağlıyordu.


3 Mayıs 2025 Cumartesi

Kaderin Fotokopisi

 

Ömer, üniversitenin tıp fakültesinde okuyan, idealist ve çalışkan bir gençti. Derslerinde gösterdiği üstün başarıyla sınıf birinciliğine adaydı. Notlarını özenle tutar ve her detayı titizlikle kaydederdi. Ancak onu diğer öğrencilerden ayıran en büyük özelliği ise yardımsever yapısıydı. Arkadaşlarına her zaman destek olur ve kimsenin yardım çağrısını geri çevirmezdi. Sınav dönemlerinde Ömer düzenli tuttuğu notlarını fotokopicilere bırakır ve böylece tüm arkadaşlarının kolayca ulaşabilmesini sağlardı.

Şehrin en hareketli yerlerinden biri olan fotokopiciler çarşısında Ramazan adında sevilen bir esnaf vardı. Uzun boylu, ağarmış saçları ve Balıkesir şivesiyle dikkat çeken bu yaşlı adam öğrenciler arasında büyük saygı görürdü. Ömer de ders notlarını çoğaltmak için sık sık onun dükkânına uğrardı.

Bir sonbahar akşamı, sınav haftasının yaklaştığı günlerden biriydi. Ömer yine notlarını alıp fotokopicinin yolunu tuttu. Yürümeyi severdi; bu sayede hem zihnini dinlendirir hem de şehrin ritmini hissederdi. Çarşının ışıklı sokaklarından geçerken aklından sınavlarla ilgili planlar geçiriyordu.

Dükkâna vardığında gördüğü manzara şaşırtıcıydı: Ramazan abi ter içinde kalmış ve makinenin başında telaşla çalışıyordu. Yardımcısı o gün hasta olduğu için işler birikmiş ve öğrencilerin notları yetişmez olmuştu. Ömer duraksamadan içeri girdi ve gülümseyerek selam verdi:

"Abi, yardımcın yok galiba. Bir el atayım mı?"

Ramazan abi, yorgun ama memnun bir ifadeyle başını salladı:

"Valla Ömer, bugün zor durumdayım. Makineyi biliyor musun?"

"Bilmiyorum ama öğrenirim!" dedi Ömer, hevesle.

Kollarını sıvadı ve makinenin başına geçti. İlk başta biraz zorlandı ancak Ramazan abinin sabırlı anlatımıyla kısa sürede hızını aldı. Birlikte çalıştıkça işler yoluna girdi ve sıra yavaş yavaş eridi. Akşamın geç saatlerine kadar uğraştılar en son müşteriyi de gönderdiklerinde ikisi de yorgunluktan bitkin düşmüştü.

Ramazan abi, bir çay söyleyip masaya oturdu:

"Sağ olasın Ömer. Bugün sen olmasan işler altından kalkılamazdı."

Ömer gülümsedi:

"Ne demek abi ben de öğrenmiş oldum. Hem zaten sen hep bize yardım ediyorsun."

Çaylarını yudumlarken uzun uzun sohbet ettiler. Ramazan abi, gençliğinden ve eski günlerden bahsetti; Ömer ise tıp fakültesindeki deneyimlerini anlattı. O akşam aralarında güçlü bir dostluk bağı oluşmuştu.

Günler geçti ve sınav haftası başladı. Ömer, tüm sınavlarına hararetle çalışıyor ve notlarını tekrar tekrar gözden geçiriyordu. Ancak bir sorunu vardı: Parası tükenmişti. Ailesine yük olmak istemiyor, borç da almak istemiyordu. Geçen sene kütüphanede çalışarak harçlığını çıkarıyordu fakat bu yıl işe başvurmak için geç kalmıştı.

Bir akşam yurttaki odasında ders çalışırken telefonu çaldı. Arayan sınıf arkadaşı Salih’ti:

"Ömer, Ramazan abi seni soruyor. Yarın uğrar mısın dükkâna?"

Ömer meraklandı:

"Bir şey mi oldu?"

"Bilmiyorum ama seni bekliyor."

Ertesi gün fotokopicinin yolunu tuttu. Ramazan abi onu görünce yüzünde bir tebessümle karşıladı:

"Gel bakalım genç adam! Sana bir teklifim var."

Ömer şaşırmıştı:

"Buyur abi?"

"Yardımcım uzun süre gelemeyecek. Bu dönem bana çalışır mısın? Hem notlarını bırakırsın hem de biraz harçlık kazanırsın."

Ömer'in yüzünde bir ışık yandı. Tam da ihtiyacı olan şeydi bu vehiç düşünmeden kabul etti:

"Tabii ki abi! Çok teşekkür ederim."

Ertesi günden itibaren Ömer derslerinden arta kalan zamanlarda fotokopicide çalışmaya başladı. Makineyi artık ustalıkla kullanıyor ve öğrencilerin notlarını hızla çoğaltıyordu. Ramazan abiyle geçirdiği her gün yeni şeyler öğrenmesine vesile oluyordu.

İşin en güzel yanı tam da paraya ihtiyaç duyduğu her an Ramazan abinin desteğiyle karşılaşmasıydı. Bir gün dükkâna giderken aklından şu düşünce geçti:

"Kul sıkışmayınca Hızır yetişmezmiş."

Ömer bu tecrübeyle hayatın ilginç bir dengesini keşfetmişti: İyilik yapan, iyilik bulurdu.

O dönem boyunca hem derslerinde başarılı oldu hem de fotokopicide geçirdiği zaman sayesinde yeni insanlarla tanıştı. Böylece hayata dair deneyimler kazandı. Ramazan abiyle kurduğu bağ ise sadece bir işveren-çalışan ilişkisinin ötesine geçmiş, gerçek bir dostluğa dönüşmüştü.

Sürdürülebilir Geleceğin Yeni Aktörü

Sivil toplum kuruluşları artık klasik yaklaşımların ötesine geçmelidir. Artık yeni geleceğin paradigması olacak kavramı ortaya çıkarıyorum; ...